Devamını oku

Rain Dogs

Her yağmurdan sonra, elektrik direklerine bıraktıkları izler kaybolduğu için yolunu kaybeden sokak köpekleri, biçare serseriler gibi ortalıkta dolaşıp acı acı havlar.

İki gündür İstanbul’da yağmurun hükümdarlığı sürüyor. Bu son yağmurlar, ömrümde ilk defa bana kendimle ilgili bir şeyi fark ettirdi. Ben de yağmur köpekleri gibi, her uzun yağmurdan sonra yolumu kaybediyorum, kendi içime gömülüyorum, ruhumu ve bedenimi bir yalnızlığa salıyorum.

Tom Waits’in Rain Dogs albümünde, yağmurda izlerini kaybeden adamlar için bir şarkı var. Bu şarkıyı dinleyin ve hatta izleyin.

O izler çoktan silindi. Yeni izler bırakmak için yağmur sularının çekilmesini beklemem lazım. Yollar, kaldırımlar ve elektrik direkleri kuruduktan sonra, tekrar tekrar işaretlemek için bol vaktim olacak. Sonraki yağmura ve huzursuzluğa kadar.

Devamını oku

Kaldırımda yürümek

Yeni şehirlerin kaldırımları, binaları gibi eksik ruhlu. Eskiliği korunmuş şehirlerin kaldırımları ise sizlere hikayeler sunar. O kaldırımlarda elleriniz cepte, bir şarkı tutturup adımlarınızı kolaylaştırabilirsiniz.

İstanbul’un kaldırımları genellikle dar, hasarlı, gereğinden yüksek , ayrıca otomobil ve dükkanların işgali altında. Sıklıkla kaldırımdan yola inmeniz gerekir. Üstelik ne yazık ki insanımız, -çoğunlukla- trafikte nasılsa kaldırımda yürürken de öyle. Anlayışsız, kaba ve bencil. Otomobille yol vermeyen, yaya iken neden yol versin ki? Medeniyetin göstergesi işte böyle yaşamsal detaylarda gizli.

Kaldırımlar benim hikaye alanlarım. Herhangi bir yön belirlemeden gezip durduğum zamanlar var. Örneğin dün. Sağanak yağmur henüz sona ermiş, yol kenarlarından akmaya ve çatılardan dökülmeye devam ederken kendimi sokağa attım. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.

Devamını oku

Konuşmalar, susmalar

Konuşan ama aslında durmaksızın susan insanlar tanıyorum. Anlatıyor, gülüyor, gayet mutlu görünüyor. Onun bakışlarını dinlediğimde (kalbini dinler gibi ama!), esasında ne denli suskun ve dalgın olduğunu anlayabiliyorum. Konuşurken aslında susuyor, gülümserken aslında dalıyor. Görüyorum, şahit oluyorum […]

Devamını oku

Derin bir aşk hikayesi: Betty Blue

Kadın kapıdan içeri girer ve film başlar. Sonrasında filmin kopacağını bilmesek de, bu başlangıç hoşumuza gider. Güzel bir kadının evinizin kapısında çantasıyla dikilmesi duruma göre iyi veya kötü olabilir. Zorg’un bungalovuna konuk olan bu kız için kimse bir şey söyleyemez. Çünkü o bir istisna.

Philippe Djian’ın Betty Blue adlı romanını okuduktan bir süre sonra, 90’ların Fransız sinemasına damgasını vurmuş yönetmenlerden Jean-Jacques Beineix’nin Betty Blue filmini izledim. 1986 yapımı bu film, Patrick Suskind’in romanını yazdığı ve Tom Tykwer’ın filme çektiği Das Parfum’le birlikte, en sevdiğim roman yuvarlaması filmler listesinin tepesinde yerini aldı.

Romanın adıyla, yaygın biçimde Betty Blue olarak bilinse de, filmin orijinal adı “37°2 le matin” şeklinde. Betty’nin vücut sıcaklığını anlatan bu isim, ilk sahnede hakkını veriyor. Benim için filmin ilk sahnesi ise Betty’nin bavuluyla kapıda belirdiği sahnedir. Çantasını usulca boşluğa bırakıp döküntü kulübenin içine girer, masa başında oturmakta olan Zorg’un bacağına oturup tenceredeki yemeğe parmağını batırarak, “bu kadar yemeği tek başına yemeyi düşünmüyorsun değil mi” diye sorar.

Uzun zamandır hayatı tek kişilik yaşayan Zorg için bir kadife devrim olan Betty, o güne kadar günü birlik sevişmeler için ideal bir partnerden ibaretken, tek bir gün içinde kendine yeni bir rol edinir. Zorg’un onu hayatına kabul edişini, verandaya gidip çantasını almasından anlıyoruz.

Filmde ve romanda hikayesi anlatılan kişi Betty olmasına rağmen, dış sesin sahibi Zorg. Çünkü Betty’ye, hayatı boyunca bu kadar yaklaşabilmiş tek insan olarak, ancak Zorg’un anlatabileceği bir hayattan bahsediyoruz. Betty bir baş belası, bunu kabul edelim. Hayattan farklı tatlar almasını bilenler için ekşi, acı, yüz buruşturan ama arzu edilen bir tat öte yandan.

Devamını oku

Marie ve Julien’in Hikayesi

Fransız sinemasında Yeni Dalga Akımı’nın öncü yönetmenlerinden Jacques Rivette’in 2003 yapımı filmi “Histoire de Marie et Julien”, Türkçesiyle “Marie ve Julien’in Hikayesi”nden bahsetmek istiyorum. 2004 yılında İstanbul Film Festivali’nde ülkemizde izleyici karşısına çıktı ve beklendiği […]

Devamını oku

Pigalle ve Serge Gainsbourg

Bazı şehirlere bazı mevsimler ve o mevsimlerin hakim renkleri pek yakışır. Paris benim için sonbaharın ve haliyle sarının şehri. Farklı bir mevsimde bu şehre gitmemiş olmamın bunda etkisi var mı bilmiyorum ama aklımda canlanan fotoğraflar […]

Bir şair ne zaman ölür?

Bir şair ne zaman ölür? Şairler ve şiirseverler arasında sıklıkla konu olan bir sorudur. Cevabı bilinmez. Belki de sadece şairin kendisi bilir bu sorunun cevabını. Şairlerin son dönem şiirlerine bakılacak olursa, ölümün ağırlığı hissedilir. Cemal […]

Hayat, hatırladığın kadardır

Hayat, bizler için bir tramvay gezisidir. Genellikle mutlu bir tramvay gezisi. Aslında bu gezinin büyük kısmını, bir yerlere yetişmeye çalışarak geçiriyoruz. O tramvayın penceresinden dışarıya bakmayı, tramvaydaki diğer yolcularla tanışıp sohbet etmeyi ihmal ediyoruz. Bir […]

Babadan harçlık almak

Yaş ilerledikçe, insandaki maddi etkisi manevi etkiye dönüşen bir ilişki bu. Çocukluk döneminde tek gelir kaynağımız, babanızdan veya annemizden düzenli olarak aldığımız harçlıktı. Ulaşım, yeme-içme ve benzeri ıvır zıvır harcamalarınızı bu parayla karşılardık. Bazı çocuklar, bu düzenli harçlıklarından artırarak biriktirir, sonrasında hayırlı bir iş için kullanırlardı. Hep özenmiştim onlara. Hâlâ da özenirim, ne yalan söyleyeyim.
Periyodik ödemeler dışında, bazen olağanüstü harcamalar için ana-babadan harçlık talep ederiz. Bana mı öyle geliyor, yoksa kolektif bir duygu mudur bilmem; harçlık almak dendi mi, aklıma “babadan harçlık almak” geliyor.
Gözlemlerim beni yanıltmıyorsa, evlatları büyüdüğünde, kendi bağımsız hayatlarını kurduklarında bile, babalar onlara arada harçlık vermekten bir mutluluk duyuyor. Aile ziyaretinde dışarı bir şey almaya çıkarsınız, elinize tutuşturur bi 50’lik. Veya yola çıkmak üzereyken, hiç ihtiyacınız olmasa bile cebinize sokmaya çalışır. Bana öyle geliyor ki, harçlık müessesesi babanın eskiye özlemini, babalık duygusunu pekiştirmesini sağlıyor biraz da… Bu sebepten, baba ile çocuk arasındaki bu harçlık verme ritüeli belli bir yaştan sonra tamamen duygusal forma bürünüyor. Çocuğun orta yaş üstüne doğru yol almasıyla da azalarak bitiyor.
Devamını oku

Arkadaşlar, ayrılıklar

Fotoğraftaki kişi, yaklaşık 15 yıldır görmediğim bir arkadaşım. Bir insan, 15 yıldır görmediği bir tanıdığına “arkadaşım” demeye devam edebilir mi? Bence diyebilir, hatta en yakın arkadaşlarından biri olduğunu söylemesi de mümkün. Arkadaşlık ayrı geçirilen yıllarla, […]

Ali aşkına!

Binaya geldim, asansör beklerken Beşiktaş’ımın efsane “Metin-Ali-Feyyaz” üçlüsünün Ali’siyle karşılaştım. Boynumdaki siyah-beyaz atkıya baktı ve gülümsedi. Uzun zamandır bu kadar heyecanlanmamıştım. Fotoğrafını çekme teklifimi kabul etti. Şaşkınlıktan bir şey söyleyemedim. Ne büyük mutluluk, çocukluğumun kahramanlarından […]

Yarısı içilmiş bir ufak rakı

Yaşadığım bu eve taşınmamdan hemen önce öğrendim, benden önceki kiracısının 32 yaşında kan kanserinden ölen bir genç kız olduğunu. Eşyalar taşınmadan önce son bir defa gelip temizlikçileri getirmem, ön hazırlığı tamamlamam gerekiyordu. Fakat aklımda hep bu düşünceler dolaşıyordu. Birkaç parça eşyası kalmıştı. Bozuk bir telefon, alışverişlerden kalma fişler, yeni alınmış televizyonun kolisi, rengi solmuş bir su bardağı, yemek siparişi verilen lokantalarının broşürleri, bir tişört, bir çift ev terliği ve ayakkabı çekeceği… Ve bir de yarısı içilmiş bir ufak rakı. Lavabonun altındaki dolabın kapağını açtığımda gördüm onu. Yarısı içilmiş bir ufak rakı! O anda içimden gelen bir çıtırtıyı duydum.

Devamını oku

Kadınlar ve Kediler Aynı Terk Eder

Binlerce yıl önce, vahşi doğanın içindeki kedi, en güçlü hayvan olarak gördüğü aslanın kudretinden etkilenip onun peşine düşmüş, kendine sahip saymış. Sonra bir gün, avcının biri gelip aslanı vurunca, gücün insanda olduğunu görmüş ve adamla gitmiş. […]

Ekmek bulamıyorlarsa poğaça yesinler

1789 fransız devrimi sırasında kraliçe Marie-Antoinette’in söylediği iddia edilen “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözü dünyaca meşhur. Sanırım bu satırları okuyanların büyük kısmı defalarca duymuştur. Soruşturmacı gazetecilik yaparak, bu sözde -aslında- kast edilen şeyin, bizim bildiğimiz […]

Fuad

Gece başınızı yastığa koyarsınız. Tek başınasınızdır. Her şeyden uzakta. Çok uzakta. Bir yabancısınızdır bulunduğunuz yerde. Kimseyle konuşmak, kimseyi dinlemek istemezsiniz. Erkenden yatağa girersiniz. Hava yeni kararmıştır. Erkendir uyumak için. Müzik çaların kulaklığını takarsınız. Ve her […]

Tuğçe Kazaz’ın seksi hemşire kıyafeti

Hürriyet.com.tr’de az önce bir haber okudum. Başlığı “Polis, Tuğçe Kazaz’ı arıyor” şeklinde. Sanırsınız ki Tuğçe Kazaz bir suça bulaşmış ve hakkında yakalama emri verilmiş. Haberi okuyunca hiç öyle bir şey olmadığı anlaşılıyor. Spotta durum şöyle […]

80 öncesi kuşak, teknoloji konusunda daha şanslı

CES’in basın odasındayım ve dünyanın dört bir yanından gelmiş meslektaşlarıma bakıyorum… Genellikle 30-35 yaş arası insanlar… Düşünüyorum da, çoğuyla aynı kuşaktan olmamız tesadüf olamaz. Teknolojiyi iyi bilmek, iyi anlatmak için yeterli değil. Hayatın içindeki teknolojiyi […]

Devamını oku

İlginç bir soyad benzerliği :)

CES salonlarında turlarken, ilginç bulduğum stantlarda uzunca süre vakit geçiriyorum. Çok renkli ve sesli gösteriler sunan stantlar dikkat çekiyor. Bu stantlardan birinde ilginç bir tesadüf gerçekleşti.   Normalde insanların yaka kartlarını pek okumam, fakat algıda […]

Devamını oku

Daha Dün Yirmi Yaşındaydım

Sizin yirmili yaşlarınızda kalan, unuttuğunuz bir şey var mı? Benim var. O yıllardan alacaklıyım. Unuttum, fark etmedim, bilmiyordum… Geri dönüp toplayamazsınız, artık çok uzaklardadır yirmili yaşlar. Evden, kısa süre kaldığımız otel odasından veya iş yerinden […]

Medyamızın seri katil özlemi

Türk medyamızın iflah olmaz bir “seri katil özlemi” var bilmem farkında mısınız? İstiyorlar ki seri katiller çıksın, toplum çalkalansın, korku ve heyecan gırla gitsin. Art arda birkaç cinayet işleyen katilleri seri katil olarak gösterme çabası medyada eski bir hikaye. Özellikle gazeteler ve haftalık haber dergilerinde böyle bir davranış bozukluğu var. “İlk yerli seri katil” başlıklı haberleri anımsayalım…

Medya can atar cinayet hikayelerine. Ülkemizde olmamasını da büyük bir kayıp olarak görür alttan alta. Toplumsal deliliğimizin neden o boyutlara varmadığına hayret eder bu kanlı kalemler. “Türkiye’de neden seri katil yok” sorusunu yöneldirler, toplumsal zekamızı tartarken. Seri cinayetler işlemeyi, insan canını alma ustalığını bir zeka ölçeği olarak kullanırlar. Fakat güncel cinayet olaylarında, katilin bir türlü yakalanamamasında bu zeka göndermesini bulamayız.