Bazı şehirlere bazı mevsimler ve o mevsimlerin hakim renkleri pek yakışır. Paris benim için sonbaharın ve haliyle sarının şehri. Farklı bir mevsimde bu şehre gitmemiş olmamın bunda etkisi var mı bilmiyorum ama aklımda canlanan fotoğraflar ve film karelerinde de iklim aynı.
Şehirleri güzelleştiren, kenar mahalleleri oldu hep benim için… O mahallelerin kendine özgü motifleri. Pigalle böyle bir yer işte Paris içinde. Esasında pis bir mahalle. Gerçi Paris’in temiz bir yanı var mı bilmiyorum. Bir şehrin havalimanı bok kokuyorsa, herhangi bir yerinde güzel kokular aramak imkansıza yakın. Neyse, Pigalle cidden pisten öte bir yer. Güzel de bir metro istasyonu var. O istasyonda indikten sonra Monmartre tepesindeki Sacre Coeur kilisesine doğru gidiveren bir büyük caddede bulursunuz kendinizi. İşte o caddenin hemen girişinde solda, meşhur Moulin Rouge adlı kulüp tüm ihtişamıyla boy gösterir. Bakmayın insanların “Paris’in Laleli’si” benzetmesine. Nezih bir muhittir Pigalle.
Paris’te en uzun süre kaldığım ziyaretimde, bu mahalleyi de arşınladım birkaç defa. Hem gece, hem de gündüz soludum atmosferini. Günün iki zamanında farklı kostümler giyen bir yer olduğunu söylemeliyim. Seks dükkanlarının, kalın kırmızı kadife perdeli girişlere sahip kulüplerinin, hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu uzun caddesini dolaşmak turist işi sayılır. Ara sokaklarını dolaştım, kafelerinde oturup roman okudum, fotoğraflar çektim, etraftaki sesleri dinledim. Gündüzleri
bildiğiniz mahalle… Ellerinde filelerle evlerine giden yaşlılar, koşuşturan üniversite öğrencileri, başıboş sokak kedileri, o kedilerden farksız sokak insanları… Tipik bir mahallede göreceğiniz ve görmek isteyeceğiniz ne varsa…
Pigalle sokaklarında dolaşırken, duvarları seyretmekten de geri durmadım. O duvarlardan biri bana çok güzel bir armağan sundu. Serge Gainsbourg’un yüzünü… Yanında güzel sevgilisi Jane Birkin. Bir duvara yazılmış. O an Pigalle benim için anlamını buldu. Bu bohem, aykırı, serseri mahallenin kişiliğini tamamlayan bir duvara bakıyordum. O duvarın dibinde filtresiz Gitannes içtim uzun uzun. Sonra bir tren istasyonunda unutacağım notlar aldım küçük defterime. Haritanın üzerinde işaretledim her yerini. Çantamdan iPod’umu çıkarıp Gainsborg’un en sevdiğim şarkılarını dinlemeye koyuldum. Pigalle etrafımda dönüyordu. Ben Pigalle mahallesinin sakin havasında nefes alıp sigaramdan bir duman daha çekiyordum içime.
Sonra ben başka duvarlarda, başka siluetlerin ve gölgelerin izini sürerek uzadım metro istasyonuna doğru. Paris’in diğer mahalleleri beni çağırıyordu. Pigalle ile bir başka sonbahara randevulaştık. Bir sonraki ziyaretimde o duvarı tekrar görmeyi umarak…
önce paris evet, hatta sonra da dünyanın bütün şehirlerinin arka sokaklarını, uzak semtlerini gezinmek arzusu hissettim…
🙂 fotografları da sen mi çektin erdalcim? çok güzeller. bir de hep derler ama ben Paris’in pis koktuğunu hatırlamıyorum nedense, belki de Venedik’ten sonra kokmadiydi bana :)))