Yaşadığım bu eve taşınmamdan hemen önce öğrendim, benden önceki kiracısının 32 yaşında kan kanserinden ölen bir genç kız olduğunu. Eşyalar taşınmadan önce son bir defa gelip temizlikçileri getirmem, ön hazırlığı tamamlamam gerekiyordu. Fakat aklımda hep bu düşünceler dolaşıyordu. Birkaç parça eşyası kalmıştı. Bozuk bir telefon, alışverişlerden kalma fişler, yeni alınmış televizyonun kolisi, rengi solmuş bir su bardağı, yemek siparişi verilen lokantalarının broşürleri, bir tişört, bir çift ev terliği ve ayakkabı çekeceği… Ve bir de yarısı içilmiş bir ufak rakı. Lavabonun altındaki dolabın kapağını açtığımda gördüm onu. Yarısı içilmiş bir ufak rakı! O anda içimden gelen bir çıtırtıyı duydum.

Yalnız içen bir insanın evinde görürsünüz ancak ufak rakıyı. Kadehini tokuşturacağı biri olmadığı o kadar bellidir ki o yarım kalmışlıktan. Adı mı? İlkay…

Sonradan öğrendim, 3.5 sene kalmış bu evde. Hastalığı ortaya çıktıktan 4-5 ay sonra gözlerini bir daha açmamacasına kapamış. Yalnız yaşıyormuş, komşularla ve kapıcıyla pek bir ilişkisi yokmuş. İyice evine kapanmış zaten son aylarında. Bir ara ailesinin yanına, Fransa’ya gitmiş tedavi için. Niyeyse yalnız dönmüş. Sonrası malum…

Ondan hiçbir şey kalmasın istiyordum bu evde. Çünkü duvarlar yetiyordu, pencereler yetiyordu, o pencerelerden bakmalar yetiyordu, odaların kapıları yetiyordu, kalorifer petekleri yetiyordu, banyodaki ayna yetiyordu ondan kalanları görmeye.

O gün karı-koca iki temizlikçi buldum. Geldiler, işlerine başladılar. Ben de paralarını bırakıp kendi işime gittim. Akşam eve geldiğimde salondaki kalorifer peteğinin üzerinde iki fotoğraf gördüm. Bir doğum günü veya yılbaşı kutlamasını andıran havası vardı resimdekilerin. İlkay’ı hemen tanıdım fotoğraf içinde. Evin neresinde buldular bu iki fotoğrafı bilemiyorum. Atamadım onları, işyerime götürdüm, çekmecemin en uzak köşesine, yangında ilk kurtarılacaklar arasına saygıyla bıraktım. Belli ki o amansız hastalıktan önce çekilmişti bu fotoğraflar. Ve aklıma, bir şairin şu dizesi düştü: “nasıl da kayıtsız gülüyor, öldüğünden haberi yok fotoğraflarının…”

Yarısı içilmiş bir ufak rakı şişesiyle baş başa kaldım bu boş evde. Aylarca postaları gelmeye devam etti. Bir bankadan, borcu olmamasına rağmen yollanan kredi kartı ekstresi geldi. Arayıp durumu anlattım. Bir şarap kataloğu geldi bir gün. Evet, şarap onun tarzına uyuyordu. Normalde rakı içmeyen bir insanın, tek başına rakı içmesindeki hüznü gördüm o yarım kalmış rakı şişesinde sonra.

Nasıl içmişti diye düşündüm o ilk yarısını. Büyük ihtimalle yan caddedeki tekel bayiinden aldı, eve gelir gelmez açtı. Döktü kadehine ve aralıksız içti bir daha, bir daha. Yanında mezesi ve tokuşturacak ikinci bir dost kadehi yoktu. Çabucak sarhoş oldu. Sonra da hemen salonun yanında bulunan yatak odasına geçti. Pencereleri açtı. Yatağının üzerine bıraktı yorgun ve hasta gövdesini.

Bekledi o şişe, lavabonun altındaki dolapta. Günlerce, haftalarca, aylarca… onunla hesaplaşmam gerekiyordu, bundan kaçamazdım. Salona getirdim, sehpanın üzerine koydum. Uzun uzun konuştuk, uzun uzun anlattım, uzun uzun anlattı. Yarısı içilmiş bu rakıyı kadehe doldurup, onun gibi yalnız ve hayatın kıyısında durarak içmek düşüncesi geçti aklımdan. Her kadehini onun için kaldırarak… Sonra tekrar aldım o şişeyi elime. Yürüdüm o kısa, o uzun mutfak yolunu. Bana bıraktığı bu yalnız rakı şişesini lavaboya boşalttım. Boş rakı şişesi elimde duruyordu. Başımı lavaboya eğerek durdum bir süre. Sağ elimde şişe, sol elimde kapağı. Ve süzülen rakıyı beyazlatan gözyaşları…

18.07.2005

*Bundan 4.5 yıl önce, Ekşi Sözlük’e yazmıştım bu metni. Olur da bir gün dellenip tüm entry’lerimi silersem veya bir sebepten ötürü Sözlük’teki yazarlığım yazdıklarımla birlikte uçurulursa diye blog’uma aktarmak istedim…