Fotoğraf: Ufuk Lüker

Konuşan ama aslında durmaksızın susan insanlar tanıyorum. Anlatıyor, gülüyor, gayet mutlu görünüyor. Onun bakışlarını dinlediğimde (kalbini dinler gibi ama!), esasında ne denli suskun ve dalgın olduğunu anlayabiliyorum. Konuşurken aslında susuyor, gülümserken aslında dalıyor. Görüyorum, şahit oluyorum bu süse.
İçinizdeki derin hüznü coşkuyla, kahkahalarla, sarılmalarla, esprilerle sarıp sarmalıyorsunuz bazen. Biliyorum biliyorum, hiç saklamaya çalışmayın. Kahkahalarla süslediğiniz o susmaların halet-i ruhiyesi iyiye işaret değil bilesiniz… İçinizden geçenleri görmezden gelmeye çalışıyorsunuz. Kendinizi bir yalana inandırıyorsunuz. İnandırmak istiyorsunuz. İçeride kopan fırtınaların, sellerin, depremlerin, yangınların dışarı taşmasına izin vermiyorsunuz. Patlayan volkanların kül bulutlarıyla zehirlenmeyi göze alarak. Bir yerlerde bir imdat freni arayıp arayıp duruyorsunuz. Hayata asılmak tehlikeli ve yasaktır.
Dışarıdan bakanlar içeride neler olduğunu asla fark edemez. Daha doğrusu öyle sanıyorsunuz. Halbuki size yakından bakmasını bilenler, dalmalarınız ve cümlelerinizin içine usulca serpiştirdiğiniz sözcükler sayesinde içinizdeki şifreleri bir bir çözerler. Yalnızca onlar anlar, anlatmadıklarınızı. O coşkun manzaranın altındaki bulanık denizi, o denizde yüzen balığı ve o balığın yorgun gözlerini.
Hani coşkun ve köpürerek akan nehirler vardır ya. Dışarıdan bakanlar, gürül gürül akan neşeli bir nehir görüyor. Halbuki size yakından bakmasını bilen insanlar, aslında o gümbürtünün hemen altında yatan durgun hüznün ayırdına varır. Su, hiç umulmadığı kadar dingindir. Sakin, sessiz ve güzel.