Düşünceler zincirine kapıldığım anlardan birinde, kendimi Shakespeare’in ünlü Seven Ages of Man (İnsanın Yedi Yaşı) tiradında buldum. “Tüm dünya bir sahne. Tüm erkek ve kadınlar yalnızca oyunculardır…” diye başlayan eserde insanın hayatı boyunca pek çok rol oynadığı ve bu oyunun da yedi perdeden oluştuğu anlatılıyor. Yani insan hayatının bebeklikten ölüme uzanan yedi yaşı, yedi farklı ama birbirinden ayrılmayan devresi bulunuyor. Hemşirenin kucağında debelenmeyle başlanan bebeklik, gönülsüzce okula gidilen ilkokul yılları, sevgiliye tutku dolu şiirlerin gönderildiği ilk gençliğin aşk zamanları, eğitimi bitirip yaşamanın aslında ciddi bir iş olduğunun fark edildiği gençlik dönemi, bilgelik kazanılan orta yaşlar, burnun üzerindeki gözlükler ve küçülüp büzülen vücutla yaşlılığa atılan adımlar… Ve bu hikayeye son noktayı koyan, sahnelerin en sonuncusu, ikinci çocukluk ve “dişsiz, gözsüz, tatsız, hiçbir şeysiz, yalnız kayıtsızlık!”…

“Ve bir insan, kendi sırası geldiğinde pek çok rol oynar, yedi devrelik perdesinde.” Dünyanın bariz şekilde sahne olmadığı gerçeğine rağmen, Stratfordlu yazarın kesinlikle anlatmak istediği bir şeyler vardı. İlk yaşınıza bir bebek olarak gözlerinizi açarsınız, çocukluğa adım atarken ikinci döneme girersiniz ve sonrasında da okul gelir. Ergenlik çağında dünyaya meydan okuyan hormonlarla üçüncü döneme girdiğinizde, siz çocukça şeyleri geride bırakırken yetişkinliğin başlangıcıyla beraber dördüncü dönem başlamıştır. Olgunluk beşinci dönemde size bilgeliği getirirken, bu bilgelik altıncı dönemde emekliliğinizde işinize yarayacaktır. Ve nihayet, azrail kapınızı çalar, Shakespeare’in sözleriyle, “dişsiz, gözsüz, tatsız, hiç bir şeysiz, yalnız kayıtsızlık”a girersiniz. O gün geldiğinde, yani ceketinizi alıp gitme gününün yakın olduğunu bildiğinizde hayat artık çok daha kıymetlidir. Her gün güneş, ağaçlar, çamur deryası dere, kediler, insanlar, her şey daha güzel ve yaşanasıdır. Vedalaşmaya asla hazır olmayacağınızı bile bile, ceketiniz omzunuza asılı gezer durursunuz.

Kasım 2011 – Münih/Almanya