Küçük şeyler asla küçümsenmeye gelmiyor. Önemsiz gibi görünen detayların esasında hayatımızın bütününde, aldığımız kararlarda veya insiyatifimiz haricinde gelişen tesadüflerde ne kadar da etkin olduğunu zaman içinde anlıyoruz.

Çağrışımlar da öyle. Âşık olmak büsbütün bir çağrışım oyunudur. Çağrışım perileri hiç bilmediğimiz bir oyun düzenler. Hoşumuza giden, nefesimizi kesen, tüylerimizi diken diken eden, kalbimizi ürkek bir kuşun kanat çırpması gibi attıran yegâne şey; aşk bir çağrışım oyunudur bir bakıma. Çağrışımlar en çok ayrıntılardan besleniyor. Üzerine fazlaca düşünmediğimiz, içten içe yürüyen, gün gün derimize işleyen, oradan da tüm vücudumuzu esir alan bir zehir gibi. Büyük ve göze görünen şeylerden değil, farkına varamayacağınız kadar küçük ve dikkate değmez gördüğünüz şeylerden korkun.

Ayrıntıları kaydetmenin en kolay yanı benim için fotoğraf. Bir insanda, bir manzarada, bir eşyada yüklü duran ayrıntıları kaydetmek, sonralıkla uzun uzun bakıp o ayrıntıların bana kurduğu oyunları anlamak için o tuhaf his içimi kapladığında deklanşöre basıyorum. Elimde böyle hapsettiğim yüzlerce ayrıntı var. Şüphesiz farkına varamadığım, esiri olduğum ayrıntılar da yok değil. Kim bilir nasıl, ne şekilde etkiliyorlar günlük hayatımdaki davranışlarımı ve kararlarımı… Bunu bilmem mümkün değil. Ayrıntılar sinsidir.

Bu fotoğraf bende bu hisleri bir anda uyandırdı. Çünkü ben bu fotoğrafı çekerken, içindeki kişisel çağrışımlarla yüklü ayrıntıların, o kadar da farkında değildim. Oysa ben, henüz 18’lerimde, henüz hiç âşık olmamışken, tıpkı bunun gibi bir tren garında terk etmiştim o şehri. Berlin’de, ilk defa kalbimin atışını dışarıdan duymuştum. Perona gitmeden önce son bir bakış, tıpkı bunun gibi. Aynı ayrıntılar, aynı.

Ağustos 2011 – Anvers/Belçika