prag1Herhangi bir nedenle yabancısı olduğunuz bir şehre yolunuz düşer. Orayı tanımak için müzelerini, tarihi yerlerini, doğal güzelliklerini dolaşmak gelir değil mi hemen akla. Fakat konumuz, işte bu amaçlı dolaşmaların harcinde kalma durumu. Hele hele dili de yabancı olan bir memlekette iseniz tadından yenmez. Bambaşka bir dünyadır o zaman. Caddeler, binalar, otomobiller, insanlar, vitrinler, kediler… Hepsi size yabancıdır.

Aslında yabancı olan sizsinizdir. İçine girdiğiniz bu büyülü atmosferde amaçsızca dolaştıkça ancak söz konusu yabancılığı üzerinizden atacağınızı da bilirsiniz. Çünkü insan bir şehri turist gibi gezerse, turist olarak kalır. Tek başına olunca bu duygunun daha bir tadına varılır. Normalde hiç yürümediğiniz kadar çok yürümüşsünüzdür. Yorulmak gelmez aklınıza. Görecek o kadar çok detay vardır ki. Baktıkça alışır, dokundukça şehrin iklimini teninizde hissetmeye başlarsınız. Bir kayboluş gelir içinizden, endişeyle karışık. Hiçbir kültürel aktivite yoktur bu amaçsızlığın içinde. Sadece dolaşmak, dolaşmak, şuursuzca dolaşmak…
prag2Yabancı bir şehrin bana göre mutlaka yaşanması gerekenleri vardır ve bunları yapınca çocuklar gibi mutlu olurum. Mesela, mutlaka taksi, metro ve otobüs gibi, sade vatandaşın kullandığı ulaşım araçlarını kullanırım. Sonra, turistik bölgelerden uzakta, şehir insanlarının gittiği mekanları keşfetmeye çalışırım. Kendim gibi turistlerin pek rastlanmayacağı şehir kıyısında, bir cafe-bara gibip bir şeyler içmek de hiç fena değil. Şehrin kendi gazetesini alıp karıştırmak, mümkün olduğunca rahat davranarak ortama adapte olmak şahanedir. İçkileri veren garsonla ve yan masada oturan insanlarla iletişim kurmak da keyif verir. Turist gözlükleriyle bakmadan, sadece orada akan zamana ve hayatın renklerine seyirci kalmak istersiniz. Zamanla üzerinizden atarsınız zaten gerginliği ve her şey daha kolay olur. İyi arkadaşlıklar da edinilebilir. Yabancı bir şehrin sokaklarında dolaşırken en çok da insanlar gözlenir. Bakışları, yürüyüşleri, giyim tarzları, makyajları, mini etekleri…
Devasa müze ve saraylarını gezmektense, yabancısı olduğum bir şehirde böyle amaçsızca dolaşmayı tercih ederim. Bir şehri yaşamak için, hayatın en doğal haliyle yaşandığı semtleri gezmek gerektiğine inanırım. İstanbul’da Sultanahmet’i gezmek yerine, Nevizade’de bir terasta rakı içmek gibidir bu. Tam alışmak üzere iken, terk etme zamanı gelmiştir. halbuki ne de güzel öğrenmişsinizdir o büyük caddeden sağa kıvrılan sokakta bankına oturup yüzünüzü güneşe verebileceğiniz sessiz bir park olduğunu. Caddeler, binalar, otomobiller, insanlar, vitrinler, kediler… Artık tanıdık gelmektedir.
Bir daha gidebilmek umuduyla vedalaşırsınız bu tanıdık şehirle. Sıradanlığında kaybolmayı hayal ederek.
bu uzun girizgahtan sonra esas konumuza gelelim. Prag’da işte tam da böyle, tarif ettiğim gibi birkaç gün geçidikten sonra, biraz da şehre alışmanın cesaretiyle şehir merkezindne uzaklaşmaya başladım. Nostaljik tramvaylarıyla merkeze prag3dönmeye karar verdim. Mamafih, bindiğim hat beni şehrin daha da dışına çıkarmıştı. Bitki örtüsünün yoğunluğunu görmeye başlayınca inmeye karar verdim. Bir uzak semtte, küçük bir kafede mola verdim. Benim dışında iki masa daha doluydu. Kahve ve kruvasan sipariş ettikten sonra masaya haritayı açıp garsona “biz neredeyiz” diye sordum. Garson haritayı inceledi, inceledi ve bulunduğumuz yerin haritada olmadığını söyledi. Bunu, elimdeki haritanın turistik olmasına bağladım.
Bir başka cafe müşterisi bana yardımcı oldu ve birkaç aktarma ile nasıl şehir merkezine ulaşabileceğimi tarif etti. Hiç acelem yoktu. Bu kayboluşun tadını çıkarttım. Sonra tekrar o kırmızı Prag tramvayına binerek, mesaisini bitirmiş ve eğlenmek için arkadaşlarıyla buluşmaya giden bir Praglı genç gibi etrafı izleyerek yol aldım. Prag tramvayı bende hep bu kısa ve heyecanlı kayboluşu çağrıştırır oldu. Bir dahaki gidişimde tramvayı kaybolmak için değil, gerçekten dolaşmak için kullanacağım kesin. 🙂