Lizbon’da şehir turu yapan tramvaylar çok şey anlatır. Tüm diğer tramvaylar gibi… Hep başka yerlerden geçecekmişçesine izlersiniz etrafı. Camını üste doğru kaldırıp başınızı camdan uzatırsınız, okyanustan gelen rüzgarın tuzlu ve yosun kokulu esintisi yüzünü okşar. Sanki uzak adalardan selam getirmiştir bu rüzgarlar.
Tramvay bazen uçar gibi hızlanır, bazen bir çocuk yürümesi gibi gider. Binalar, kiliseler, kapılar, surlar, duvarlar, meydanlar, iskeleler, bahçeler, kaldırımlar, sonra yine binalar ve meydanlar… Hep uzak ve uzun bir zamanı anlatırlar. Zamanda ilerlersiniz, ilerlersiniz, ilerlersiniz…
Siz tramvaydayken, o sırada karşıya geçmek için yolu kolaçan eden bir genç kıza ilişir gözleriniz. Göz göze gelmek istersiniz. Gözleri alabildiğine siyah, saçları bir duvarı sarabilecek sarmaşıklar gibi. Sizin ve de tramvayın tam olarak orada olduğuna tanıklık etmesini istersiniz. Aslında onu biraz da istersiniz. Gölgesini ararsınız kaldırımda. Gölgesi yoktur.
Sonra bir müddet daha gidersiniz. Yokuş yukarı, yokuş aşağı şaşırarak gidersiniz. Denizi ilk defa gören bir çocuğun şaşkınlığıyla gözlerinizi açıp kıyısından geçtiklerinizi izleyerek gidersiniz. Kapısının önünü süpüren yaşlı kadının bakışlarıyla ürperirsiniz. Şükür ki gidersiniz. Uzak kaldırımda bıraktığınız o güzel kızı bir daha görmeyi arzularsınız. Başkalarının gözlerinin izi vardır o kaldırımlarda. Sırtınız ürperir, donuklaşır bakışlarınız.
Tramvayın zilini duyduğunuzda artık başladığınız yere gelmişsinizdir. Sanki zamandaki yolculuğunuz bir tramvay turu gibi en başa dönmüştür. O zaman aşkın kuantum fiziğiyle bir ilgisi olduğunu düşünürsünüz. Keşke geometri kadar kolay olsaydı diye iç geçirerek bir bilet daha alırsınız.