Çoğunlukla karşılaşmalar ve geniş arkadaş buluşmalarında bir araya gelirdik. Murat’la, Beşiktaş’ta bir kafede karşılaştığımda yanımda en yakın arkadaşlarımdan biri vardı. Masasının yanından geçtiğimiz sırada sesimizden tanıyıp seslendi. Bir arkadaşını bekliyordu, seve seve kabul edip ona eşlik etmek üzere masasındaki iki boş sandalyeye oturduk. Mezun olup avukatlık için büyük bir adım daha atmasına az bir zaman kalmıştı ve heyecanı her halinden belliydi. Ana gündemimiz de elbette bu oldu.
Cep telefonunun olmadığı yıllar. Biriyle bir saate bir yerde buluşmak için sözleşirsiniz. Gelmezse beklemekten başka çareniz yoktur. Beklediği kişi gelmedi, gelemedi. Murat’ın keyfi kaçmıştı, belli ki gelmesini çok istediği biriydi. Bundan bahsetmedi, biz de sormadık. Saat epeyce ilerlemişti. Bir müddet daha lafladık, sonra kalmak için Beşiktaş’taki evine gittik. Arkadaş evinde kalmak, o zamanlar için kafede masasına oturmak kadar alelade bir şeydi. Akaretler’de, sıra evler olarak anılan, o yıllarda harabe görünümlü olan iki katlı binalardan birinde oturuyordu. İki kanatlı, dar ama yüksek demir kapıyı bir tekme yardımıyla açtı. Sanırım evin kapısı kilitli değildi, kolunu çevirip kapıyı açtı.
Arkadaşımla içeriye biraz çekingen adımlarla girdik. Antre zifiri karanlıktı. Sadece salonda ve tuvalette lamba olduğu bilgisini verdi Murat. Ne fark ederdi ki? Her yer, her zaman karanlıktı ona. Önümüzden yürüyüp salona geçti, ışığı yaktı. Lamba yandı fakat odayı adamakıllı aydınlatmıyordu. En son ne zaman yanmıştı bilmiyorum. Salondaki eski tip, arkası kitaplıklı kanepeye oturduk. Tek sıra kitaplığı olan, iki tarafı dolaplı kanepelerden.
Kısa sessizlikten sonra kanepe kitaplığından bir fotoğraf albümü çıkardı Murat, bakmamız için bize uzattı. Onun hiç görmediği fotoğraflarına bakmaya başladık. Karşımızdaki koltukta oturdu. Fotoğraflarda gördüklerinizden merak ettiğiniz olursa bana sorun dedi. Albümün ilk sayfasından itibaren tüm fotoğraflar kronolojik biçimde sıralanmıştı. Murat, doğuştan görmeyen biri. Fakat her işini kendi görmesi, şehrin diğer ucuna otobüsle aktarmalar yaparak bir başına gitmesiyle bizi kendine hayran bırakırdı.
Fotoğraflar, hayatımızın farklı dönemlerindeki ruh hallerimizin birer vesikası. Murat’ın çocukluk fotoğraflarına bakarken, yüzündeki derin hüznü ve mutsuzluğu okumak için uzman olmanız gerekmez. İlk gençlik döneminde bu hüzün ve acı yerini ince bir olgunluğa bırakıyor. Sakin, zararsız, umutsuz, kendi halinde bir mutsuzluk. Fotoğraftaki insanların hepsinin yüzünde kocaman gülümsemeler, sadece Murat’ın yüzünde olmayan dev gülücükler.
Albümün sayfalarını çevirdikçe, Murat’ın hayatı bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçip giderken; bir insanın hayatına bu şekilde konuk olmanın ikircikli duygularını yaşıyordum. Sayfaları çevirdikçe Murat’ın yaşı ilerleyor, Murat büyüdükçe yüzündeki keder yerini ince bir gülümsemeye bırakıyordu. Taşradaki evinden, ailesinden, mahallesinden uzaklaşıp İstanbul’a gelmesi, üniversitede hukuk fakültesine girmesi belli ki umudunu yitirdiği hayata sil baştan başlamasını sağlamıştı.
Artık fotoğraflardaki herkesin yüzü gülüyordu. Tanıdık simalar görmeye başladık. Ne zaman çekildiğini hatırlamadığım birkaç karede kendimi gördüm. Fotoğraflara bakarken arada gördüklerimizle ilgili Murat’a sorular soruyor, o sırada hangisine baktığımızı bilmesi için genel geçer yorumlar yapıyorduk. Son sayfalara gelirken albümün içinden yere bir zarf düştü. Hemen alıp albüm sayfalarında belirsiz bir yere koydum. Ses konusunda doğal bir hassasiyeti olan Murat, “isterseniz okuyabilirsiniz” dedi. Tereddüt etmeden zarfı açıp içimizden okumaya başladık. Sesli okumamı istedi, sesli okudum. Muhtemelen zaten okumamız için oradaydı. Bazı insanlar, bazı şeyleri anlatmak yerine, sizin kendiliğinden görmeniz veya tanık olmanız için delillerini göz önünde bir yerlerde bırakırlar.
Bir veda mektubuydu. İlk cümlesinden anlaşılıyordu. Belki de not demek daha doğru olur. Hızlıca yazılmış, Sirkeci’den postaya verilmiş bir mektup. Bir insan, aynı şehirde yaşayan birine neden mektubu postayla gönderir ki? Üstelik mektubun muhatabı doğuştan görme engelli biriyse… “Hoşçakal”la biten ağır bir mektup olduğunu gayet net hatırlıyorum. Üzerindeki pulun mürekkebi dağılmış olan zarfa yavaşça yerleştirdim, daha önce belli ki defalarca buruşturulmuş kağıdı. Albümün içinde herhangi bir sayfanın arasına koydum. “Yokluğuna alıştın mı?” soruma 5-6 saniyelik sessizliğin ardından, “Acılara alışmak konusunda doğuştan bir yatkınlığım var” cevabını verdi.
Son dönem fotoğraflarındaki gülümsemenin altında usulca duran acının farkına vardım bu sözüyle. Aslında acısı geçmiyordu. Sadece o acıyla yaşamaya kendini alıştırıyordu. Çocukluk ve ilk gençlik dönemlerine mal olan bir kabullenişten sonra, hayatın ona artık büyük mutluluklar sunacağını düşünürken yeni acılarla tanışmıştı. Aşkın gözü kördür derler. Aşk insanın gözünü kör etmez. Bilakis, herkesten daha iyi görür âşık olan. Kimsenin göremediklerini gördüğünden zaten bu haldedir ya! Bir soru hakkım daha olduğunu varsaydım. “Geri dönecek mi?” soruma bu defa hiç es vermeden “İstanbul’a dönecek mi bilmiyorum ama bana dönmeyeceğinden eminim” cevabını verdi.
Artık uyumanın vakti gelmişti. Salondan çıkarken, anca kendini aydınlatabilen lambayı söndürdü. Bir müddet daha karanlıkta, o kanepede konuşmadan oturduk. Yoldan manevra yaparak geçen otomobillerin farları pencereden içeriye dalıp üzerlerine karanlık sinmiş duvarları tarıyordu.