Çocukluğumdan beri gözlüklüyüm. Gözlerimdeki kusur, günlük yaşamımı güçleştirecek denli vahim olmasa da, gözlüksüz yapamıyorum. Bir defasında lens denedim ama akşam ve sabah ritüellerinin asla bana göre olmadığına kanaat getirip dört gözlü dünyama geri döndüm birkaç gün içinde. Çoğu insanın aksine, ben gözlüklü olmayı hep sevdim. Dalga geçilmesine hiç aldırmadım. Bazı eşyalar insanın bir parçası oluyor, başkaları sizi onla hatırlıyor ve başkalarına da onla anlatıyor. Bunda kötü bir yan yok. Ha, kışın kapalı ortamlara girerken aniden camlarının buğulanmasının yarattığı o şaşkın görüntüyü saymazsak tabi.

Gözlükle tanışma hikâyemi hatırladım bugün, aynaya uzun uzun bakarken. “Yaşlandığımda da çok gözlüklü bir adam olacağım galiba” düşüncesi aklımdan geçiyordu, sonra şıp diye canlandı zihnimde o gün, o akşam. İlkokul hayatım boyunca hep aynı sınıfta olmama rağmen dört defa öğretmen değiştirdim. Bunlardan sadece bir tanesi kadındı ve ben en çok onu sevdim. Adını hatırlamadığım tek öğretmenim olması da, hayatımın bir başka tuhaf çelişkisi olarak cebimde duruyor. O öğretmenim ilk fark etmişti görme sorunu yaşadığımı. Basit bir deneme yaptıktan sonra ailemle konuşup, bir göz doktoruna gösterilmemi istedi. Tam da o gün, bir misafirimiz vardı. Babamın işyerindeki yakın arkadaşlarından Melek abla bizdeydi. Konusu geçince, “benim göz doktoru arkadaşım var, ona gidelim” dedi. Ertesi gün cumartesi hem, gece de onlarda kalırım diye konuşuldu. Benden de olur aldıktan sonra çantam hazırlandı. Çocukluğumda nadiren başkalarının evinde kaldığım için heyecanla karışık ince bir huzursuzluk hatırlıyorum o günden.

Önce doktora gittik. O bildik göz muayenesi yapıldı. Çocuk aklımla, oradaki harfleri muhakkak suretle okumam gerektiğine kendimi koşullamış, bunu bir nevi sınav olarak yorumlamıştım. Muayene bittiğinde “hepsini bildim mi” diye soracak denli de meraklıydım. Bir miyop astigmat olarak muayenehanenin kapısından çıktık. Dışarıda, yanınızdaki büyüğünüzün elini tutarak yürüdüğünüz yılları hatırlarsınız; şimdi hatırlıyorum da, huzur veren bir davranışmış bu. İnsan hayatının her evresinde, birinin elinden tutmasına ihtiyaç duyuyor. Melek ablayla önce bir pastaneye uğradık. Pasta yedik, limonata içtik. Yol üstünde bir çocuk parkı gördük. Hadi oyna biraz dedi. İçimden hiç oynamak gelmese de itiraz etmedim.  Bir çocuk soğuk bir kış günü neden parka gitsindi hem? Biraz salındım, sonra kaymak üzere kaydırağın tepesine çıktım. Kendimi yukarıdan bırakmamla, kıç üstü yere çakılmam bir oldu. Kaydırağın bitimi fazla yüksek ve iniş bölgesi da sert toprak olduğu için, bir hayli canım yanmıştı. Ağlamamıştım ama Melek abla fark etmişti canımın çok yandığını. O günden sonra bir daha asla kaydırağa binmedim.

Benim için o günü hatırlanır kılan anı elbette bu değildi. Melek ablanın evi, her şeyiyle hafızamda. Yaşlı annesi, erkek kardeşi Yaşar abi ve ondan birkaç yaş küçük kız kardeşi ile birlikte kutu gibi bir evde geçinip gidiyorlardı. Beni çok güzel karşıladılar. Babamı tanıyıp çok sevdiklerinden, evin önemli bir misafiriydim. Bir evde çocuk misafir etmek tuhaf bir telaşa sebep olmuştur hep. Acaba evini, annesini özleyecek mi? Gece yarısı annemi isterim diye ağlayacak mı diye düşünür muhakkak ev halkı. Şükür ki böyle şeyler yapan bir çocuk değildim.

Genel olarak çekingen bir çocukluk geçirdiğimi söylemeliyim. O gün o evde olabildiğince çekingen bir misafir olduğumu da gayet net hatırlıyorum. Güzel bir akşamdı. Yaşar abi bana el yapımı maket uçaklarını göstermişti. Biraz televizyon seyrettikten sonra, artık uyuma vakti gelmişti. Adile Naşit’in kuzucuklarından biri olarak, o zamanlar Uykudan Önce’yi seyredip hemen yatağa gidiyordum. Bu alışkanlık misafirlikte de sürdü elbet. Melek ablanın odasında yatağım hazırlanmıştı. Salonda veya bir başka odada uyuyamazdım zaten. Melek ablanın odasına girdiğimde, kendimi farklı bir eve adım atmış hissettim. Duvarlarında onlarca fotoğraf ve poster asılıydı. Tıka basa dolu bir kitaplık tavana kadar yükseliyordu ve ben o kitaplığın karşısında büyük bir şaşkınlıkla durup “bu kitapların hepsini okudun mu?” diye sormaktan kendimi alamamıştım. Hayır dedi Melek abla, henüz okumadıklarım var ama çoğunu okudum. “Sana bir tanesini okumamı ister misin?” diye sordu sonra, büyük bir heyecanla evet dedim. Yatağıma uzandım, Melek abla okumaya başladı. Sesi değişmişti bana o satırları okurken. Sanki kitabı içinden okuyordu da ben duyuyordum. Sonra onu dinlemeyi bıraktım, etrafımı, onu ve en çok da o karşımda devleşen kitaplığı seyre daldım. Denizi ilk defa gören bir çocuk gibi gözlerimi kocaman açmış bakıyordum. Melek abla bir müddet daha okudu, sonra ben uyuyor taklidi yaptım onu daha fazla yormamak için, ışık söndü, sabah oldu.

Aradan yıllar geçti. Birkaç yıl önce babama Melek ablayı sordum. Evlenip, çoluk çocuk (hatta torun) sahibi olduğunu haber almayı bekliyordum. “Melek ablan uzun zaman önce öldü Erdal” dedi babam. Uzun ve yıpratıcı bir kanser tedavisinde yenik düşmüş, genç yaşta aramızdan ayrılmıştı Melek abla. Bunu ben bilmiyordum. Söylememişlerdi. Melek abla, öğrendiğim günden 14 yıl önce ölmüştü. Hiç beklemediğim biçimde, o akşam hüngür hüngür ağladım. Bana ilk gözlüğümü alan Melek abla için çok geç kalmış bir yas tuttum. O gece ben uyuyor gibi yaparken, Melek ablanın saçımı okşayıp yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra uzun süre yatağın başucunda beni seyretmesini hatırladım. Galiba, şimdi Melek ablayı daha iyi anlıyorum. Hayatı boyunca yalnız kalmış bir kadının çocuk misafiriydim. Bir günlüğüne çocuğuydum onun. Bir günlük annemi keşke daha fazla tanımış ve onunla daha fazla vakit geçirmiş olsaydım diye düşünüyorum şimdi. O zamanlar bilemezdim ki… Ben çok çocuktum.

Zaman bir an önce geçsin diye sabırsızlanan çocuklardık. Bizim büyüdüğümüz, başkalarının öldüğü bir zaman.