Bu kadar yoğun çalışmasaydım, haftada birkaç gün mutlaka akşam yemeği için mutfağa girerdim. Yemek yapmak terapi gibi bir şey. Sadece mutfakta geçen zamanıyla değil ama; tüm hazırlık süreci de dâhil bu eğlenceye. Çarşıya gidip dükkan dükkan dolaşarak malzemeleri en tazelerinden seçerek almak işin en zevkli yanlarından. Büyük marketleri sevmiyorum. Daha fazlasını ödemek pahasına her bir malzemeyi, dükkanın kendisinden almayı tercih ediyorum. Beşiktaş’ın merkezine yakın oturmak da bu konfora zemin hazırlıyor.
Alışveriş yapmasam da, bazen dükkanları geziyorum. Seyredip geçiyorum işte. Balık pazarlarındaki cümbüş, satıcıların ellerindeki küçük taslarla tablalardaki derya kuzularına su serpmesi, tezgahın arkasında müşteri için balıkların ayıklanması, balıktan anlayan müşterilerin balık pazarındaki sıralı tezgahları gezerek alıcı gözle bakmaları, gündüzleri dahi yanan ampullerin sarı ışığında parıldayan türlü türlü balığın o sakin görüntüsü benim için seyri muhteşem bir manzaranın değerli parçaları. Karaköy’de, köprünün Hırdavatçılar Çarşısı tarafındaki kısmında bulunan balık pazarını seviyorum. Beşiktaş’taki ve Taksim’deki pazarlar da tam seyirlik. Ağır adımlarla yürürken manzaranın parçalarını hafızama kaydediyorum ve derya kuzularının o sessiz ve sakinliğine kaptırıyorum varlığımı. Onlar kadar usul, okulu kırmış haylaz bir çocuk gibi.
Yemek yapmanın terapi gibi olması düşüncenize yürekten katılıyorum. Ne zaman mutfağa girip kendime şöyle güzel bir yemek yapsam, kafam rahatlıyor, ruhum dinleniyor resmen. Tavada cızırdayan yağın sesi huzur veriyor insana.