Çoğunlukla iyi bir dert ortağı, iyi bir dinleyici oldum. Bu sebepten omzumda çok arkadaşım ağladı. Hayata ve ilişkilere dair öğrendiklerimde büyük payı var her birinin. Yanınızda biri acı çekerken, hayata karşı daha sağlam duruyorsunuz. Çünkü onun size yaslanmaya ihtiyacı var. Onlardan biri, beni 5 yıl arayla iki defa arayıp aynı ses tonuyla “orada mısın?” dedi. Sesinin her halinden anlıyordum ne kadar da kötü olduğunu. Biliyor musunuz; sizi gerçekten tanıyan biri, öyle bir durumda size “iyi misin?” diye sormaz; “neredesin?” der. Bildiği bir şeyi sormamalı insan. İyi değilsin, çok kötü hissediyorsun ve şu anda son duymak istediğin şey, seni daha da kötü hissettirecek bir “iyi misin?” olacaktır. İnsanlar iyi değilken, bu -kör değilseniz- her hallerinden belliyken onlara böyle sorular sormayın. Çünkü o sırada cevaplar arar, cevaplar duymak isterler. Sizin yeni sorularınız onlara hiç iyi gelmeyecek.

“Evdeyim” dedi. Çok yakınım sana, 5 dakikaya geliyorum dedim. Tahmin ettiğim gibi bir görüntüyle karşılaştım. Perişandı. Yüzünü, gözlerini, omuzlarını, kollarını tarif etmeme gerek yok. Perişandı diyorum, anlarsınız işte. Onu evden çıkarmalıydım, “temiz hava iyi gelir”, evet iyi gelir. Fındıklı parkında denizi az biraz gören, kargaların ekmek parçalarını kapma patırtısını izleyebileceğimiz bir bankta oturduktan sonra, o sessiz törenimiz başlar. Asla soru sormam. Beklerim. O anlatmak istediği zaman zaten anlatacak. Bunu anlatmayacağı biri olsaydınız, sizi aramazdı ve o sırada orada sizle olmazdı zaten değil mi? Bu yüzden ayaklarımı uzatır, geriye doğru esner ve düşmemek için direnen yaprakları izlerim. Belki de o yaprakların düşmek isteyip de orada kaldıkları için üzgün oldukları ihtimali üzerine kafa yorarım. İşte tam da bu anlarda bu hayalimi yırtarak konuşmaya başlar Erkan. Bu durumun neredeyse aynısını daha önce sadece bir defa; üstelik birkaç yıl önce yaşamış olmam bir şeyi değiştirmez. Bazı şeyleri derinden öğrenmek için sadece bir defa yaşamanız yeterli olur.

-birkaç yıl önce-
“Gitmiş.” Tek bir kelimeyi bile tamamlamaya yetmedi soluğu. İkinci hecesi bir inilti gibi çıktı. Önceki gün duygularını itiraf etmişti ona. Geceye doğru ofisten aynı anda çıkmışlar. Bizimki teklif edince kız da kabul etmiş birer kahve içmeyi. Oracıkta bir anda dökülmüş, ne var ne yok anlatmış. Bana aylarca anlattığı onca şeyi birkaç dakikaya nasıl sığdırmış olabilir ki? Bu mümkün değil! Fakat eminim anlatmıştır.

Çoğu insan kendini ifade edemez. Şanslı bir azınlık bunu yapabilir. Fakat ifade ettiğinizle, karşınızdakine gerçekten anlattıklarınız çoğunlukla eşit olmaz. Erkan çok güzel anlatırdı. Anlatırken bir yandan sanki dinlerdi. (O sırada konuşmadan sizi dinleyen birini nasıl dinleyebileceğinizi bilmiyor musunuz? Bu konudan bir ara bahsetmeliyim.)

“Ne zaman âşık olursun biliyor musun? Onu gördüğün ilk anda. İşte tam o zaman kanına bulaşır, damarlarında yol alır, vücuduna yayılır. İşte onu ilk gördüğüm an kollarım iki yana düştü. Durdum,  onu seyrettim. Bana doğru gelişini seyrettim. Bana doğru o kadar güzel yürüyordu ki, keşke hep bana doğru böyle yürüse diye aklımdan geçirdim. Sonra işim gücüm onu seyretmek oldu. Beni fark edip etmemesi önemli değil. Her haliyle sevmeyi öğrenmek istiyordum. Çünkü aşk tek bir solukta yaşanmaz ki. Her şeyine birer birer âşık olursun. Aynaya bakışına örneğin, âşık olursun. Bir insan aynaya bakarken neyi seyrediyor olabilir? Sadece kendini seyrediyor olamaz bu şaşkınlıkla. Aynaların içinde gördüklerimizi boyut algımız yetse de anlasak. Daha pek çok şeyde! Fincanı tutuşuna ne demeli? Bir serçe parmak bu kadar mı güzel selam verir?”

“Gitmiş” dedi tekrar Erkan. Öylece, hiçbir şey söylemeden, bir not bile bırakmadan istifasını vermiş ve eşyalarını bile doğru dürüst toplamadan gitmiş. Önceki akşam, kahve fincanları ellerinde soğuduktan sonra kalkmışlar kafeden. “Seni bu gece evimde misafir etmek istiyorum” demiş Erkan’a. Bunun romantik bir davet olmadığı her halinden belli. Belki o da kendisinden, duygularından bahsedecek. Sonrası nasıl gelişir bilinmez. Ne olabilirdi ki?

“Bir insan bir başka insanı herhangi bir halinden ötürü değil, sadece varolduğu için sevebilir mi? Ben onun varoluşunu seviyorum. Bir kediyi bile uyandırmayacak sakinlikteki sesiyle, saçının bir buklesiyle, ansızın bulutlanan bakışlarıyla, ince uzun kollarıyla, her şeyiyle seviyorum…ama…haberi yok. Onu sadece o olduğu için seviyorum. Minör, klişesiz, ezbersiz, okulu ilk defa kırmak kadar heyecanlı. Bir çocuk nasıl beklentisiz ve hesapsız âşık olursa öyle seviyorum…ama…haberi yok. ”

Belki de bundan habersiz olmaya devam etseydi, daha iyiydi be Erkan ha? Onla birlikte yaşadıklarını, aslında an olarak adlandırabileceğimiz o kısa zaman dilimlerini anlatmakla bitiremiyordu. O gece eve gittiklerinde, ev sahibi misafiri için bir plak koymuş, iki kadeh şarap getirmiş, çocukluğundan bahsetmiş. (“Onun çocukluğunu çocuğum gibi sevdim” demişti Erkan, hatırladım.) Sonra koltukta öylece sessizce durmuşlar bir süre. Birbirlerine bakmışlar, sarılmışlar, çok uzun sarılmışlar. Saçları birbirine sarılmış, sarmaşık olmuş. Gün açarken yolcu etmiş Erkan’ı. Dudaklarının kenarından öpmüş uzun uzun, pencereden el sallamış.

Bir zaman sonra uzun uğraşlardan sonra öğrendi Erkan, hemen ertesi gün şehri terk ettiğini. Bir insanı terk etmek ağır dersiniz değil mi? Bir insanı, o şehirle birlikte terk etmek nedir peki? Sizi şehirle bir başınıza bırakıp gitmekten bahsediyorum. Bunu tahmin bile edemezsiniz, edemeyiz.

—ve tekrar şimdi—
“Ölmüş”. “Çok hastaymış. Ben ona kızarken ve acıdan inleyerek onu özlerken, o çok uzakta anneannesinin evinde sessizce ölüyormuş.”

Oturduğumuz bankın önünde bir karga, ağzındaki kuru ekmek parçasını yere bıraktı, tam da su birikintisine. Birkaç saniye bekledikten sonra ekmeği suyun içinden tekrar aldı ve yedi. Bu sahneyi seyrederken kamera bizden uzaklaştı, bizim sahnemiz yansıdı perdeye. Elleri paltosunun cebinde bankta oturan bir adam ve omzuna başını koymuş bir başka adam. Deniz az ileride belli belirsiz.