Ülkemizde, “Başkalarının Hayatı” (bence dilimizdeki doğru karşılığı “ötekilerin [veya diğerlerinin] hayatı” şeklinde olmalıydı) adıyla gösterilen “Das Leben der Anderen” adlı filmde geçen bir Bertolt Brecht şiirini paylaşmak istiyorum. Bu şiiri filmde işittiğimde müthiş bir sevinçle dolmuştum. Çünkü bende hatıraları olan, en sevdiğim Brecht şiirlerinden biridir. Bu filmde karşıma çıkması olağanüstü bir sürpriz oldu.
Geçen sene yabancı film dalında Oscar ödülü alan Das Leben der Anderen’i izlemememiş olmayı büyük kayıp sayıyorum. Yazı konumuzun dışına çıkmamak için filme değil, şiire ve şairine doğru yüzümüzü dönelim şimdi.
Filmin ana karakterlerinden Ajan Wiesler, evini dinlemekle görevli olduğu ünlü yazar Dreyman’ın masasından yürüttüğü sarı kapaklı Bertolt Brecht kitabını akşam kendi evinde kanepeye uzanarak okur. Bu sahnede kahramanımız Wiesler, iç sesiyle şiirin ilk bölümünü seslendirir. Bu muhteşem şiirin okunduğu sahne, filmin kırılma noktalarından biri oluyor. Bu muhteşem şiir, Marie A.’ya ithaf edilmiş bir şiir. Onun hatıralarına…
Edebiyatla haşır neşir olmaktan duyduğum mutluluk, Bertolt Brecht gibi ustaların şiir evreninde yaptığım yolculuklarda en üst seviyeye çıkıyor. Brecht gibi yazarların şiirlerinde renkleri, sesleri, kokuları ve ışıltılarıyla bambaşka bir tablo durur karşınızda. Bertolt Brecht, ne yazık ki ülkemizde bir şair olarak pek bilinmiyor. Şiir severlere Brecht’in beş ciltlik toplu şiirlerini öneriyorum ve ömür boyu garanti veriyorum!
Brecht’i ölümsüzleştiren oyunları hücum ediyor belleğimin dehlizlerinden yüzeye doğru: 3 Kuruşluk Opera, Cesaret Ana, Galile, Adam Adamdır, Aslan Asker Şvayk, Kafkas Tebeşir Dairesi ve Arturo Ui’nin önlenebilir yükselişi…
Epik tiyatronun babası olan bu dev, şiirleriyle her zaman sarsıcı oldu. Onu arada bir hatırlamak gerekiyor. Yolunuz Berlin’e düşerse, müze olarak gezilebilen evini ziyaret edin. Eski tip, yüksek tavanlı, hatıra dolu bir ev. Her odasında büyük bir zenginlik. Yatağının başucunda “11 ağustos 1956” tarihini okuyacağınız bir gazete. Pencereden bakınca mezarının yer aldığı mezarlığı göreceksiniz. Ve ne yaparsanız yapın, bu eve gittiğinizde hava mutlaka kapalı olacaktır.
Bu şiiri ne zaman okusam, çocukluğumdan kalma bir yara gelir aklıma. Bir erik ağacından kalan, küçük, güzel bir yara… Erik ağacının diğer ağaçlardan bir farkı da, yaraladığı yerde izini yıllarca, dallarca bırakmasıdır. Erik ağacı, sol kolumda kalmış, çocukluğumdan bana miras bir çizgi. Bu izi bulmakta her geçen yıl biraz daha zorlanıyorum. Onu seçebildikçe hatırlıyorum o sıcak yazı. Çok güzel bir yazdı. İstanbul’u özlemiştim, bunu hatırlıyorum. Sanırım insan böyle hisler içindeyken yaşlandığının biraz daha farkına varıyor…
maria a.’yı anımsarken
genç bir erik ağacı sessizdir
rüyadaymış gibi solgun ve sessiz
aşk ile ağacı kollarımın arasına alıyorum
ve üstümüzdeki güneşli gökyüzünde
uzun süredir gördüğüm bulut vardı
bembeyazdı ve çok yukarılardaydı
ve yukarı baktığımda artık orada değildi
aylar geçti o günden sonra
şöyle ya da böyle sessiz
erik ağaçlarının hepsi kesildi
sorarsan, aşka ne oldu
anımsayamıyorum derim
ama bilirim ne düşündüğünü
yüzünü unuttum gerçekten
tek bildiğim, onu öptüğüm o zaman
öptüğümü de unuturdum
olmasaydı o bulut
anıyorum hâlâ ve hep anacığım
bembeyaz ve uzak
erik ağaçları belki yine çiçek açar
belki o kadının şimdi yedi çocuğu vardır
o bulut yalnızca bir dakika göründü
başımı kaldırdığımda uçup gitmişti.
****
erinnerungen an marie a.
an jenem tag im blauen mond september
still unter einem jungen pflaumenbaum
da hielt ich sie, die stille bleiche liebe
in meinem arm wie einen holden traum.
und über uns im schönen sommerhimmel
war eine wolke, die ich lange sah
sie war sehr weiß und ungeheuer oben
und als ich aufsah, war sie nimmer da.
seit jenem tag sind viele, viele monde
geschwommen still hinunter und vorbei
die pflaumenbäume sind wohl abgehauen
und fragst du mich, was mit der liebe sei?
so sag ich dir: ich kann mich nicht erinnern.
und doch, gewiß, ich weiß schon, was du meinst
doch ihr gesicht, das weiß ich wirklich nimmer
ich weiß nur mehr: ich küsste es dereinst.
und auch den kuss, ich hätt’ ihn längst vergessen
wenn nicht die wolke da gewesen wär
die weiß ich noch und werd ich immer wissen
sie war sehr weiß und kam von oben her.
die pflaumenbäume blühn vielleicht noch immer
und jene frau hat jetzt vielleicht das siebte kind
doch jene wolke blühte nur minuten
und als ich aufsah, schwand sie schon im wind.