Çocukluktan delikanlılığa ilk pedallarımı çevirdiğim dönemde, kırmızı tekerli bisikletimi İstanbul’da bırakıp memleketin uzak yolunu tutmuştum. Sıcak bir yazdı. Çok sıcaktı.
Dünya Kupası maçları İtalya’da oynanıyordu. 1990 senesinin o sarı yazında tenim de sarışınlaşmıştı sanki. İlk kez tek başıma evden bu kadar uzaklaşıyordum. İlk günden özleyeceğim belliydi. İstanbul’u, evi, ailemi, bisikletimi, sokakta birlikte top peşinde koştuğum arkadaşlarımı…
Ne diyorum bakın, çok sıcak bir yazdı. O yaz Kamerun Dünya Kupası’nın yıldızıydı. İki katlı o ahşap kır evinde belli ki canım sıkılacaktı. Dışarı çıkmak, komşu çocuklarıyla tanışmak istemeyecektim.
Benim bu yaz gezisinde ilk tanıştığım kişiydi o. Bal rengi gözlerinin içi gülüyordu bana bakarken. Belki de hep gülüyordu. Ama ben onu hep bana gülerek bakarkenki haliyle hatırladım.
Sağ yanağındaki gamzesi, özenle taranmış ve tokayla bağlanmış saçları, herkesten farklı giyimiyle çıtı pıtı bir kızdı. Konuşmasıyla, kıyafetleri, takıları, davranışları, gülüşüyle, her şeyiyle farklıydı. Sanki oraya ait değildi.
Sadece bu bile yeterliydi onunla zaman geçirmeyi istemem için. Benden 8 yaş büyüktü ve o yaşlarda 8 yıl demek bir çocuk için ömrünün yarısından fazlası anlamına geliyordu. Ona “abla” diyordum.
Birlikte dolaşıyorduk. Onunla bahçede ağaçlar arasında dolaşırken bir erik ağacının dalına kaptırmıştım kolumu. Sol kolumda güzel bir yara izi bıraktı o erik ağacı. Erik ağacının açtığı bir yaranın izinin kolay kolay silinmediğini o zamanlar bilmiyordum.
Çay bahçesinde filan otururken onu izlemeye dalıyordum. Her seferinde bakışlarımı yakalıyor, bana bir gülücükle göz kırpıyordu. Bense utangaç bir tebessümle bakışlarımı öne düşürüyordum.
Orada geçirdiğim bir aydan sonra İstanbul’a sevinçle, koşar adımlarla döndüm. O zamanlar bir kadının nasıl özlenebileceğini bilmiyordum. Yaz bitiyordu ve okullar açılmadan yapmam gereken çocukça pek çok şey vardı.
Böylesine değerli duyguları nasıl da hoyratça harcamış, bir kenara koymuşum, şimdi anlıyorum. Bir çocuk ancak duygular konusunda bu kadar savurgan olabilir.
Aradan birkaç yıl geçti. İstanbul’a geleceğini duydum, evlenecekti. Düğünlere dayanamam. Gitmedim. Geçen bunca sene içinde birkaç defa gördüm onu. Bir yerlerde karşılaşmaktan ibaret oldu.
O sıcak yazı, o yabancı duyguları aklıma getirmemeye çalıştım. O zamanlar adını bilmediğim veya adını anmaya cesaret edemediğim bir şeyler süzülmüştü içimde.
Biraz daha zaman geçti, biraz daha büyüdüm. Gülümseyerek hatırlıyordum artık o yazı, o güneşli günleri, o erik dallarını.
Birkaç sene önce, amansız bir hastalığa yakalandığını öğrendim, tedavi görüyordu, herkes umutluydu, kurtulacaktı. En son bir sene önce, bir nikahta karşılaşmıştık. Ayaküstü kısa bir konuşma geçti aramızda. Gözleri hiç değişmemişti. Gülüşü de aynıydı. Hâlâ çok güzeldi. Fakat yorgundu. Yorgun ve mutsuz…
2008’in son günü, sabah saatlerinde ölüm haberini aldım. Sabaha karşı hastanede son nefesini vermiş, bir daha almamıştı. Telefonla bu haberi verdiklerinde içimden bir an “ona bunu nasıl söyleyeceğim” endişesi geçti. Sonra düşündüm, kime bunu nasıl söyleyecektim?
Bu yaşıma rağmen, hâlâ bilmediğim hisler, hâlâ yabancı hayvanlar gezinip duruyordu duygu dünyamda. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim hayvanlar…
Günlerdir yağmur yağıyordu. Bugün güneş açtı.
Aradan geçen günlerden sonra anladım ki, bu ölüm haberini vermekten çekindiğim kişi; 1990 yazında, bal rengi gözleriyle gülen o kıza âşık çocuktan başkası değildi.
Çocukluğuma nasıl söyleyecektim bunu? Nasıl söyleyecektim öldüğünü? Nasıl anlatacaktım? O artık bir daha gülümsemeyecek! Nasıl diyecektim?
Şimdi artık bir uçurum benim için, sağ yanağındaki gamzesi.
Cenazesine de gitmedim. Cenazelere de dayanamam. Hep bana mı rastlıyor, cenaze törenlerinin olduğu günlerde yağmur?
Yaz günlerini bekleyeceğim. Bir demet çiçekle mezarını ziyaret edip, orada söyleyeceğim, 20 yıl geride kalmış çocukluğuma; “Âşık olduğun o kız öldü” diyeceğim.
Koluma bakıyorum. Erik ağacının, bal rengi gözleriyle içimi ısıtan kızın, o sıcak yazın emaneti olan yara izi silinmiş neredeyse.
Belki de bir ölümle ancak silinebiliyor bazı yaralar. Yerine bir başka yarayı bırakarak.
Sonra Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım şiirinde geçen şu dizeler üşüşüyor aklıma usulca:
O ben ki
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa
8 Ocak 2009 – İstanbul
Benim de boyle bir ask hikayem var, ben den cok daha buyuk, o olse nasil kabulenirim, nasil gulerim birdaha bilmiyorum. Simdi konusmuyorum ama hala aklima geliyor.
“Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk gizlidir” Erdal’cim, merak etme o söyler ona…
mükemmel bir yazı..bayıldım…
erdalcim öykü o kadar içten ki bilmiyorum kimin ama fotograf yapay kalmış sanki bu içtenliğin yanında.
sabah sabah bana edip cansever karistirtan ellerine saglık 🙂
erdal’dan not: fotoğrafı değiştirdim 🙂
Katya’nın yazı tadında başlamış hikayeniz. Ama onun gibi bitmemiş, eğer kitabı biliyorsanız iyi ki bitmemiş diyeceksiniz.
Ne desem bilemedim. Güzel bir yazı olmuş.