İstanbul gibi engebeli bir şehirde büyüyen herkes gibi ben de düz şehirlerde farklı hissediyorum. Düz bir şehirdeyken, gökyüzü yere daha yakın geliyor. Her yer gökyüzüyle kaplı. Berlin de böyle bir şehir. Tıpkı Paris, Amsterdam, Eskişehir, Ankara, Prag, Budapeşte, Barselona gibi… Bu şehirleri kuşbakışı izlemek, bir lunaparka dönme dolaptan bakmak gibi. Büyük şamatayı görür ve izlersiniz, ona yukarıdan bir yerlerden bakma şansınız olduğunda. Şehrin gürültüsünü, hareketliliğini veya sessizliğini, ıssızlığını görürsünüz. Renkli bir şehir, ürküntüyü ve heyecanı ayrı zamanlarda sunabilir. Boş bir lunapark hüzünlüdür.
İnsanlar, mahalleler, sıradan günlük yaşantılar içinde geçişler ve kayboluşlar. Şehir insanı yutar ve o şehrin içinde yaşarken, o düzlükte fark edilmeden yürürken bu sindirilmişliği kabullenişle içinizden geçenler sadece sizin dünyanızda yankısını bulur. İşte böyle zamanlarda bazı çizgiler belirir, çevrenizdeki insanlar ile içinde yaşadığınız şehir arasında görürsünüz bu çizgileri. Şayet şehirden sıkılırsanız insanlarına başvurursunuz. Ne kadar kalabalık olduğu önemli değil. İnsanlar sizi anlamıyorsa, siz onları anlamıyorsanız şehirle flörtünüz başlar. Bir müddet onun tadını çıkartırsınız. Her zaman kaçacak bir şehir bulabilirsiniz aslında. Üstelik bu şehirde  yaşıyor olmanız şart da değil. Bir yanınız, bir şeyiniz o şehirdedir, bu yeterli. Tamamen sizin elinizdedir. O şehri, insanlarıyla veya tek başına yargılamak ve hapsetmek size bağlı.
Eylül 2011 – Berlin/Almanya