Acı çektirdiğiniz birinden
size acımasını beklemeyin.
Bir seyyah, dağlar ve çöller aşarak uzaklardan haber getiren ulak Rüstem’in yolu bu defa uzundu. Birkaç defa atını ölümün üzerine sürmek zorunda kaldı. Yolda geçirdiği son gece kendisi gibi bir yolcuyla karşılaştı. Rüstem ekmeğini bölüştü yaşlı adamla. Ayrı yollara doğru düşmek üzere vedalaştılar. Doğduğu şehre ölmeye gitmek üzere yollara düşen adam, Rüstem’e sarıldı, alnından öptü, “Yolun açık olsun oğlum. O şehirde kal, orası senin memleketin olsun.” dedi.
Rüstem bu öğüde uydu. Zaten gidecek başka bir yeri yoktu. Renkli taşlardan ve camlardan türlü takılar yapıp pazardaki tezgahında satmaya başladı. Kısa sürede ünü tüm şehirde yayıldı. Kimse onun takıları yaparken kullandığı bu taşları, camları ve madenleri nereden nasıl bulduğunu bilmiyordu. Ayda bir defa atını eyerleyip uzaklarda bir yerlere gidiyor ve iki dolu çuvalla dönüyordu. Ustalığını geliştirdikçe daha az küpe, kolye, yüzük, bilezik, teşbih, hızma, halhal yapıyordu. Az olan daha değerlidir.
Bir gün tezgahına genç bir adam geldi. Rüstem’den, “dünyanın en güzel kadını için bir hızma yapmasını” istedi. Hiç yapılmamış, daha önce dünya üzerinde hiçbir insanın benzerini görmediği bir hızma yapması için Rüstem’e koca bir kese altın para önerdi. Para için değil ama böyle büyük bir aşk için kabul etti Rüstem adamın teklifini ve zaman istedi. Bir benzeri olmayacak o hızmayı yapmakta kullanacağı değerli taşlar için haftalarca at üstünde dolaştı. Onlarca tüccarın dükkanından eli boş ayrıldı. Aradığı sadece taş değildi. Üzerini yıldızlarla örttüğü gecelerde gökyüzünde o benzersiz deseni arayıp durdu. Böyle gecelerde onu rüyasında bir kadın ziyaret ediyordu. Sadece gözlerini gösteriyordu Rüstem’e. Bu yetiyordu ona bir ömür âşık olması için. Sanki hiç bilmeden bütün ömrü boyunca aradığı şeyi bulmuş, varoluşunun gizemini çözmüştü. Artık yalnız değildi. Bir yerlerde onu bekliyor ve belki de arıyordu. Acaba yolları kesişecek miydi? Bunu o zaman kim bilebilirdi? Rüstem artık dünü olmayan bir günü yaşadığını hissetti. İlk günüydü, ilk ağrısı.
Nihayet aradığı her şeyi bulduğundan emin olunca döndü. Evinin perdelerini hiç kapatmadan, hayatının belki de en değerli ve önemli eserini yaratmak için kırk gün kırk gece çalıştı.
Sevgilisini, dünyada bir benzeri olmayan bir hediye verecek kadar çok seven genç adam, sabırla beklediği hediyeyi almak için geldi, oturdu Rüstem’in karşısında. Masanın üzerindeki çalışma tahtasının üzerinde bir parça kadife duruyordu. “Hadi kaldır onu ve gör” dedi Rüstem. Genç adamın gözlerindeki dehşetle karışık şaşkınlık önce yüzüne, sonra vücuduna yayıldı. “Ama bu o kadar güzel ki…” diyebildi sadece.
Parıltısından gözlerini alamadı uzun süre. “Tamam, bu istediğimden ve hayal ettiğimden katbekat güzel” diyerek söz verdiğini parayı masanın üzerine bıraktı. Hazırladığı incili özel takı kutusunu dolaptan çıkardı Rüstem. Gecelerini ve günlerini içindeki aşkla yoğurarak verdiği hızmayı son defa seyretti, parmağının ucuyla okşadı ve kutunun kapağını kapattı sevdiği bir insanla vedalaşır gibi. Kapıdan çıkarken Rüstem seslendi arkasından, “Onun bir ismi var. Tara adını verdim ona. Siz de öyle bilin” dedi.
Herkes başka bir şey görebilirdi o parmak ucu kadar hızmada. Günler geceler boyu Rüstem’in marifetli ellerinde her bir taşı, her bir kesimi, her bir kabartması kılı kırk yararcasına bir dikkatle yapılmıştı. Tara’nın son taşını yapıştırdığı o an içine bir fil oturdu Rüstem’in. Üzerinden ağır bir yükün kalkmasını beklerken ve uzun süreli istirahate çekilmeyi planlarken hiç beklemediği bir şey olmuştu. Genç adam, sevgilisini kendisine hayran bırakacak o hediyeyi alıp gittikten sonra anladı Rüstem, bir daha asla ellerinin bir başka işin tutamayacağını. Hasta düştü, kırk gün yas tuttu, rüyalarına giriyordu şehvetli parıltısı. Tek tesellisi, onu hak edecek bir kadında olmasıydı. Bundan emin olmak için hızmayı yaptıran adama gidip hediyeyi aldığı kızın nasıl karşıladığını sordu. Bir müddet lafı ağzında geveledikten sonra itiraf etti Tara’yı sevdiği kıza vermediğini, veremediğini. “Çünkü o kadar güzeldi ki. Bende kalsın istedim” dedi. Şimdi Rüstem’in içine bir fil daha oturmuştu. Bunu kabul edemezdi. Tara’yı , tanımıyor olsa da bir kadın için yapmıştı. Aldığı keseyi geri getirdi. Gözüne tek satır uyku, kursağına tek lokma yemek girmiyordu. Ne yaptı, varını yoğunu vermeyi önüne sunduysa da ikna edemedi adeta aklını yitirmiş olan adamı. Aynı günün gecesi adamın gizlice evine girdi Rüstem. Başucundaki sehpanın çekmecesindeki incili kutunun kapağını açtı. Evin penceresinden içeri süzülen ay ışığı binlerce parıltı olup yansımaya başladı Tara’nın üzerinde. Kırk yıldır görmediği sevgilisine kavuşmanın sevinciyle koynuna koydu, yerine adamın verdiği iki keseyi bıraktı ve gitti.
Tara’yı bir kadın için yapmıştı, tanımadığı bir kadın. Uzun uzadıya düşündükten sonra kararını verdi. Kulağı delik birkaç tanıdığıyla konuşup genç adamın sevdiği kadının kim olduğunu öğrendi. Önce hayaliyle, sonra adıyla girmiş oldu Rüstem’in hayatına. Adıyla doğar bazı çocuklar, adıyla doğdu Dilasa, Rüstem’in ruhunda. Gitti, kapısını çaldı, anlattı olanları ne bir eksik ne bir fazla. Çıkardı cebinden incili kutuyu. Göz göze geldiler uzun uzun. Çok az konuştular. İncili kutuyu uzun ince parmaklarıyla yavaşça açtı Dilasa. Öyle güzeldi ki. Sahibini bulmuştu Tara. Bir süre daha sseyretti Rüstem eserini gururla ve aşkla. “Bunu senin için yaptım ve artık sende. Şimdi eksiksiz ölebilirim.” dedi. Doğruldu, yürüdü ve gitti başka hiçbir şey söylemeden.
Dilasa’nın kocaman kahverengi gözlerinin içinde parıldıyordu Tara. Bir insan hiç tanımadığı bir insan için böyle muhteşem bir şeyi nasıl yapabilir diye düşündü. İki insan olmuş gibi hissetti. Artık yalnız değildi, bir başka hayata, Rüstem’in hayatına bedellenmişti. Bunu ona söylemeliydi. Kapıdan çıktı, koştu, olası tüm sokakları dolaştı, Rüstem’in izine rastlayamadı. Sonra günlerce, haftalarca, aylarca hep aradı onu. Artık ona ölümsüz nişanlıydı. Bir başkası olamazdı Rüstem’den başka. Bekleyecekti, yapacak başka neyi vardı ki?
Çöller boyu, yıllar boyu dönmedi Rüstem. Neredeydi, ne yapıyordu, yaşıyor muydu? Dilasa’nın kalbine, ruhuna gelip konmuş, sonra usulca çıkıp gitmişti. Bu haksızlıktı. Bu kadar seven, böyle âşık olan bir adam elbet bir gün dönmeliydi.
Kırk diyar gezmiş, kırk defa feleğin çemberinden geçti. Her gittiği yere bir hikâye götürdü, her gittiği yerden bir hikâye aldı. Genç sayılabilecek yaşına rağmen derviş olmuştu Rüstem. Tara’nın hayalini kurarken geçirdiği o çöl gecelerinde rüyalarına sokulan gözler, Dilasa’nın gözleriydi. Bir insana, onu tanımadan nasıl âşık olabilirdi bir insan?
İçindeki fillerle döndü Rüstem. Yıllar boyu bir aşkı ağrısıyla büyütmüştü. Sürgün gibi uzak durduğu bu şehre girdiği gece tüm pencereler karanlıktı. En çok da Dilasa’nın penceresi. Orada ışık çoktan çekip gitmişti. Bekleme sırası Rüstem’e geldi. Tara’nın ışıltısını her gece gökyüzünü kaplayan milyonlarca yıldızda görüyor, uzaktaki ve hiç kavuşamadığı sevgilisini gördüğü ilk ve son anı hatırlıyordu. Son görüşte âşık olmuştu Dilasa’ya. Ağrısını alıp çıkmıştı o evden. Yıllarca göğsünde taşıdı bu ağrıyı. Sevgilisi gibi sevdi ağrısını.
Bir ömürlük bekleyişine soyundu. Başka hiçbir şeyi yoktu. Sonra bir gece, binlerce yıldız kaydı. Yabancı bir karanlıkta ölüyordu bir defa bile sarılamadığı, öpemediği, kokusunu içine çekemediği Dilasa. Tek tesellisi, onu görmeden içinde yayılan aşkını, nişanıyla göstermiş olmasıydı.
Bizi hayatta asıl yalnız kılanlar, uzağımızdayken kaybettiklerimizdir. Derin bir iniltiyle hissederiz artık olmadıklarını, gidişlerini. Ansızın içinizde bir parçanızın kopup gittiğini, artık hayatta biraz daha yalnız kaldığınızı hissettiğinizde bilin ki dünyanın herhangi bir yerinde bir benzeriniz o an ölmüştür.
Rüstem hayatının kalanında hiçbir haber alamadı Dilasa’dan. O gece yıldızlar haber vermiş olsa da, içinde bir karanlık büyüse de bekledi. Gelsin diye değil; bir yerlerde onu özlediğini bir şekilde haber versin diye bekledi. “Hiçbir kadının gözlerine, senin gözlerine baktığım gibi bakamam” demişti o gün içinden. Dilasa’nın gözlerinde bir ömürlük aşkının yansıdığını gördüğü an.