Bazı mezarlıklar, geceleri karanlık değildir. O mezarlıkların gece ziyaretçileri vardır. Ellerinde fenerler, mumlar, meşaleler, şarap şişeleri. Kadehlerle aydınlatırlar mezarlığı. Arkasına ağlamalar gizlenmiş gülüşlerle…
Hayatın gelip geçiciliğine karşı umursamaz durmaya çalışırken bile aslında onun oyununa geliriz ya; işte bunu anlamak insanda bir çaresizlik girdabı doğuruyor. Genetiğimize, DNA’larımıza işlemiş binlerce yıllık korkular, kaygılar, iç sıkıntıları en çok da konu doğum ve ölüm olduğunda ziyaret eder bizi. Kendi ölümümüz, başkalarının ölümü fark etmez. Tanımadığımız herhangi bir insanın ölümü de tuhaf bir şaşkınlık yaratır. Hayatın geçiciliğine ve biraz da geçen kısma olan bu kısa bakış karanlık bir korku salar içimize. En sevdiği oyunu oynayan çocuklarız. Karanlık çöksün istemiyoruz. Gün ışığı pelerinini alıp gittiğinde eve dönmemiz gerekir. Ölüm bizim evimizdir.
Birkaç sene önce çok yakın bir arkadaşımın babası ansızın, hiçbir şey yokken ölüverdi. Bir gün sonra cenazesi yapıldı. O gün haberim oldu, apar topar gittim mezarlığa. Anne ve babası yıllar önce ayrılmışlardı. Saymadım ama toplasanız 30 kişi ya vardı ya yoktu. Bazı insanların ne kadar yalnız, daha doğrusu kendi halinde bir hayat sürdüğünü cenaze törenlerinden anlarsınız. Defin için camiden mezarlığa geçildiğinde ben biraz uzaktan seyrettim. Arkadaşım, dünyanın en üzgün yüzüyle babasının bedeninin üzerine kürek kürek toprak atıyordu. Ben onu uzaktan seyrediyordum. O sırada aklımdan geçen şey şu oldu: Yıllar sonra ben o çukurda yatacağım, oğlum benim bedenimin üzerine kürek kürek toprak atacak, oğlumun bir arkadaşı bizi uzaktan izleyecek. Ve aklından, şu anda benim aklımdan geçen düşüncelere çok benzer düşünceler geçecek. Sonra o düşünceler bir vapurun bacasından çıkan kara duman gibi masmavi gökyüzünde dağılıp gidecek. Çünkü öyle olmak zorunda. Hayat devam etmeli.
Bir insanı ilk kez görmekten daha önemli bir şey varsa, o da son kez görmektir. Ben oğlumu doğumundan dakikalar sonra ilk gördüğüm anı dün gibi hatırlıyorum. Onunla büyümek, o büyürken yaşlanmak ne güzel. Fakat bir zaman gelecek, karanlık çökmek üzereyken, artık eve dönme vakti geldiğinde başım oğlumun dizlerinin üzerinde, onun gözlerine bakarak gitmek isterim. Oğlum, Çınarım saçlarımı okşasın, gülümsesin bana, yolcu etsin gözleriyle. Onun da beni son görüşü böyle olsun isterim. Vedalaşmaları hiç sevmem. Fakat bunu galiba seveceğim.
Hazır bu konulara girmişken, birkaç kelam daha edeyim, dünya hali. Beni tanıyan herkes bilir; hayatım boyunca doğum günümü kutlamadım çocukluk yıllarım dâhil. Bilmiyorum gelecekte değişir mi bu huyum. Fakat isterim ki, oyunu bırakıp eve gitmemden sonra, insanlar beni doğum günlerimde değil; ölüm günlerimde hatırlasınlar. Sevdiğimiz bir yerde toplanıp benim için kadeh kaldırsınlar. İnsanları ölüm yıldönümlerinde hatırlamak, yaşarken doğum günlerini hatırlamaktan değerli benim için. Çünkü en çok ölülerin hatırlanmaya ihtiyacı vardır.
Blogunuzu birkaç ay önce tesadüfen ziyaret ettim. Bütün yazılarınızı okudum. Serviste işe gidip gelirken en çok. Bazı yazılarınızı kenara not alıp uyumadan önce tekrar okudum. Okuyacak yazınız kalmayınca kendimi boşlukta hissettim. Keşke yeniden yazsa diye düşünürken peşpeşe iki yazı gelince çok mutlu oldum. Keşke daha sık yazsanız.
Böylesine duru ve güzel bir anlatıma sahipken neden hala kitap yazmıyorsunuz anlamıyorum. Yazılarınızın içindeki şifreleri çözmeyi seviyorum. Sanki bilerek bazı boşluklar bırakıyorsunuz. Daha çok yazsanız ve benim gibi sessiz okuyucularınız daha çok okusa ne güzel olur. İyi ki bu blogla karşılaşmışım iyi ki yazıyorsunuz. Ne kadar teşekkür etsem az. Bu yazınızı şimdi heyecanla hızlıca okudum ama yarın tekrar tekrar okuyacağım. Acı, umut, mutluluk hepsi bir arada. Sağolun.
Aylin