Bazı hatıralar, hayatımızda önemi olmayan bir şehri, atlaslarımızın başkenti haline getirir. Oraya giden trenler, uçaklar ve yorgun otobüsler için bilet yok! O şehir size yasak! O şehrin caddelerine, parklarına, sokaklarına, kedilerine, mezarlıklarına, kafelerine, restoranlarına, delilerine, sinemalarına, sokak satıcılarına yasaklısınız!
Onu ilk ziyaret edişimdi. Kısa ve çekingen bir merhabalaşmanın ardından, akşam yemeği için bir şeyler ve şarap almaya gittik. Dar sokakların hiçbirinde kaldırım yoktu. Krakov’un en sakin ve yaşlı mahallesindeydi Nadya’nın evi. Dilimlenmiş soğuk et, salam, peynir ve şarap alıp marketten çıktık.
Şehre geldiğimde yağmur beni karşılamıştı. Hiç soluk almadan devam ediyordu. Şapkalarımızı başımıza geçirmek için saçağın altında beklediğimiz o birkaç saniye, birbirimize ilk defa bu kadar yakından baktık. Tanıştığımızdan beri ona sarılmak istiyordum. Sarılacak kadar yakınlaşamamıştım ki hiç! Burnu ve yanakları soğuktan kırmızılaşmıştı. Yolu uzatarak yağmurda biraz yürüdük,.
Uzaktan bakıldığında kendini ele vermeyen, büyükçe bir evin avlusunu çağrıştıran mezarlığın yakınından geçerken durdum. Alelade bir mezarlık olmadığı belliydi. Boyumu aşan yüksekliğe sahip, iki büyük kanattan oluşan demir kapısının üzerinde Lehçe bir yazı vardı. Duvar boyunca yürüdüğümüzde, mezarlığa girişi olan bir küçük kapı daha olduğunu gördüm. İçeri girdik.
“Bir kuş dedi” Nadya. Uzakta, bir mezarın üstünde çırpınan bir kuş vardı. Beyaz bir güvercin mi? Belki de bir kedi saldırdığı için sakatlandı ve uçamıyordu. Hızlı adımlarla yaklaştığımızda, mezarın üzerinde çırpınan şeyin bir kuş olmadığını gördük. Bir kitaptı bu. Rüzgar yapraklarını bir o yana bir bu yana hızla çeviriyordu. Sanki bize göstermek istediği bir sayfa var gibiydi. Bu şaşırtıcı görüntüyü izlemeye devam ediyorduk ki, Nadya uzanıp kitabı yerinden aldı. Mezarın üzerinde, sırt kısmı toprağa gömülmüş biçimde duruyordu. Aslında bir defterdi bu. Bir hatıra defteri… Sarı sayfaları kurşun kalemle doldurulmuş bir defter.
Nadya’nın yaptığı nefis Barszcz çorbası ve Bigos yemeğini yedikten sonra, kadehlerimizi bal şarabıyla doldurduktan sonra, sokağa bakan duvarı ve pencereleriyle bir altıgeni andıran küçük salonunda karşılıklı duran iki tekli koltuğa oturduk. Nadya, sarı defteri çantasından çıkardı. Her zamanki o hafif ince ve buğulu sesiyle okumaya başladı.
Konuşur gibi, kendi yazmış gibi okuyordu Nadya. Bense hiçbir kelimesini anlamıyordum. Anlıyormuşum gibi okumaya devam etti. Anlıyormuş gibi dinledim. Sayfalarca okudu, sayfalarca dinledim. Hiç bilmediğim bir dilde okuduğu o metin bana gizemli şeyler anlatıyordu. Bir şarkı gibi. Sözlerini anlamadığınız bir şarkı da size pek çok şey anlatabilir. Nadya bana bir hikaye anlatıyordu. Şarkı dinler gibi dinledim. Nadya okudu, ben dinledim.
Sabah soğuk bir Polonya sabahına uyandık. Birer fincan kahve içtik. Önceki geceden ve o defterden hiç söz etmedik. Sanki öyle bir akşam hiç olmamıştı. Bir şeyler de değişmişti belli ki… Sormadım, soramadım. Yıllar önce, bir başka şehirde birbirimize verdiğimiz sözlerden biri de buydu. Böyle zamanlarda, -bilirsiniz o anı yaşarken- sormamak… Cevabını bilmek istemediğimiz; bilmek istesek de, diğerimizin cevabını vermek istemeyeceğini bildiğimiz soruları baştan sormama konusunda anlaşmıştık.
Küçük, müstakil bir binada oturuyordu Nadya. Alt katında odunluğun da olduğu küçük bir depo vardı. Gıcırtılı ahşap kapıyı açtık, evden birlikte çıktık. Büyük ahşap dış kapıyı sıkıca kilitledi. Suskunluğundan anladım, artık gitmem gerektiğini. Beni yolcu etti. Yıllar sonrasına randevu verir gibi uzun uzun, sımsıcak öptü beni. Elleri çok soğuktu. “Elleri soğuk olanın kalbi sıcak olurmuş” derdi hep. Bu Nadya’yı son görüşüm oldu.
Geçen sene bir akşam, düşünceler zihnimde birbirini yerken, ani bir kararla tekrar gittim Krakov’a. Bu şehirde, Nadya’dan başka tanıdığım kimse yoktu, yine de gittim. Sadece bir mahalle, dar bir sokak, şarap ve yiyecek alınan bir market, büyük demir kapılı eski bir mezarlık ve sokak kedileri. O kadar…
Beni yine üzgün ve ağlamaklı karşıladı gri şehir. Aslında taksi olmayan ama kendini taksi sanan derme çatma bir Lada’yla, Nadya’nın Podgórze’de bulunan mahallesine gittim. Tahta kapının demir tokmağıyla birkaç defa kapıyı çaldım. Belki henüz gelmemişti okuldan. Öyleyse biraz dolaşayım. Birlikte yürüdüğümüz caddeyi ve iki sokağı hatırlıyorum. Muhtemelen sokağın diğer ucunda incecik belirecekti. Bir anda zihnime hücum eden bir düşünce, tuhaf bir tedirginlik hissi dağıldı zihnimde: Nadya acaba beni gördüğüne sevinecek miydi? Belki de bu çatkapı gelişime kızacak, bana ters bir tepki verecekti.
Mezarlığın yüksek duvarının yanındaki dar kaldırımdan yürümeye devam ettim. Büyük demir kapı açıktı. Tam buna şaşırmışken, bir anda onlarca öğrenci çocuk, neşeli cıvıl cıvıl sesleriyle koşarak mezarlıktan çıktılar.
Kapıdan içeriye girdim. Genç ve yaşlı mezarların arasındaki ince yoldan yürüdüm. Sert rüzgar yüzümü tokatlayarak geçti ve gitti. Dökülmüş binlerce yaprağa basarak, ellerim cebimde yürümeye devam ettim.
Biraz ileride gördüm Nadya’yı. Bir bankta oturmuş, sanki beni bekliyordu. Yaklaştım, kıvırcık saçlarının arasında küçücük kalmış olan yüzünü bana doğru kaldırıp baktı, incecik gülümsedi. Yanına oturdum. Hiç konuşmadı, hiç konuşmadım.
Nadya’nın, başını usulca omzuma koymasından, uzun zaman önce ölmüş olduğunu anladım.
14 Şubat 2013, Prag
(2004’ten beri üzerinde çalıştığım ve bir türlü bitiremediğim romanımdan kısa bir bölüm.)
Abi öyle anlattın ki Nadya’ya aşıkmışsın gibi geldi bana.