Bir hayatın, beraberliğin, ilişki ikliminin kirini, pasını, kokusunu, parfümünü, terini, karanlığını, parıltısını, eskiliğini, yorgunluğunu, anılarını, heyecanını, her şeyini eşyalar taşıyor. Kenara koyup topluca baksanız, gözünüz bir yerlerden ısırır her detayı. Unutmaya çalıştığınız, unutmak istemediğiniz, unutamadığınız bir yığın hatıra hücum eder zihninize. Bir yerlerden aceleyle çıkıp gelirler.
İlişki ne kadar uzun ve derin yaşanmışsa, eşyaların ömrü o kadar az kalmıştır. Ne kadar kurtulmaya çalışsanız da, onları söküp atmaya gücünüz yetmez. Eşyanın varlığına ve sizden uzun yaşayacağına ikna olursunuz eninde sonunda.
Arta kalan eşyaların kime ait olduğunun bir önemi yok. Doğum gününüzde size aldığı bir boğazlı kazak mesela. Ne kadar sizindir? Bir daha giyebilir misiniz? Veya bir iş gezisinden ona getirdiğiniz taş süslemeli toka. Banyodaki aynanın önünde durmaktadır. O sizindir artık. O tokayı görmemiş gibi yaparak her sabah aynanın karşısına geçebilir misiniz? Bilirsiniz ki, tokaya bakınca saçlarının izini göreceksiniz.
Belki diğer eşyalarda da vardır böyle izler. Sonra biraz daha ileri giderek, eşyaların da belleği ve hatıraları olduğuna inandırırsınız kendinizi. Bence bunun bir mahsuru yok.
Eylül 2011 – Berlin/Almanya