Şehirlerin iç içe geçmiş, kayboldukça ve uzun vakit geçirdikçe ancak görebileceğiniz mekanları ve detayları bulunuyor. Bence en güzel mekanlar, turist gözüyle değil, kaybolur gibi dolaşırken tesadüf ediyor.
Küçük Avrupa şehirlerine gidenlerin en büyük yakınması genellikle gezilecek, oturulacak az yer olmasından. Merkezdeki mutlaka görülmesi gereken yapıları, meydanları ve mekanları gördükten sonra “Eee, bu kadar mı?” diye soruyor insan haklı olarak. Değil elbette. Keşfetmek için ilk bakışta görülemeyenlere yaklaşmak gerekiyor. Bunun özel bir yöntemi yok. Biraz sezgi, biraz merak, bir de uzun süre yürürken sizi rahatsız etmeyecek ayakkabılar. Yürüyerek veya bisikletle bir şehri keşfetmek her zaman daha kolaydır.
Brüksel, Avrupa’nın en sıkıcı sayılan şehirlerinden biri. Doğrusu eğlence mekanları konusunda bu görüşe tamamen katılıyorum. Fakat gündüz vakit geçirirken şehir size olanca cömertliğini gösteriyor. En sevdiğim yanı ise bir ara sokaktan dönerken, hiç beklemediğim biçimde küçük bir meydanın ansızın karşıma çıkması. Lizbon’da ve Barselona’da defalarca yaşadığım bir his. Önceki ay Brüksel’de de gördüm böyle meydanlardan. Daha iyisi, İtalyan şehirlerinde rastladığım türde avlular… Bir binanın girişinden adım atıp ilerleyince karşınızda arz-ı endam eden bir geniş avlu. O avluda bir kafe veya restoran olması durumu daha da güzelleştiriyor. Çünkü bu sayede bizler de avlunun serin, gölgeli, sakin atmosferinden istifade etme şansını elde etmiş oluyoruz. Avlular daima eşsiz bir huzur sunuyor. Mekan seçimlerinde göz önünde bulundurmanızı tavsiye ederim. Beyoğlu’nda da birkaç büyük avlu görmüş ve mekanlarında oturmuştum. Ne demiştim; en güzel mekanlar, turist gözüyle değil, kaybolur gibi dolaşırken tesadüf ediyor. Haydi kaybolun ilk fırsatta.
Ağustos 2011 – Brüksel/Belçika